SALİH’İN ÖYKÜSÜ

Onları ilkin, muayenehanemin kapısını çaldığında görüyorum.

SALİH’İN ÖYKÜSÜ

SALİH’İN ÖYKÜSÜ

 

 

SALİH’İN ÖYKÜSÜ

 

Doç. Dr. Şafak Nakajima

 

Zihnimin albümüne gömülüp de, sana ait resimleri her karıştırdığımda, incecik soluk yüzüne inat, ışıl ışıl parlayan kocaman siyah gözlerine takılıp kalıyor aklım.

Onları ilkin, muayenehanemin kapısını çaldığında görüyorum.

Ameliyatını yapan doktorun beni arayıp seni ve hastalığını anlatıyor, benim desteğime de ihtiyaç olduğunu söylüyor.

Kemik kanseriyle verdiğin savaşta, şansını yaver görmüyor..

Yanında annenle baban, büyük bir umutla geliyorsun bana.

Hastalığını anlatırken onların gözü doluyor.

Her konuştuğumda, koltuklarının ucuna biraz daha yaklaşıp, tek bir sözcüğü bile kaçırmak istemezcesine dikkatle beni dinliyorlar.

Ağzımdan çıkacak sihirli bir cümle, tam beş yıldır evinizde karargâh kuran Azrail’i oradan uzaklaştıracak, ölüm fermanını geçersiz kılacak, her şeyin bir kâbustan ibaret olduğunu müjdeleyecek sanki.

 

Ah, Salih!

Keşke evinizin pencerelerini açıp, içerdeki kapkara keder bulutlarını güneşli rüzgârlara yükleyerek sonsuzluğa yollayabilsem.

Keşke, metal çivilerle tutturulmuş aksayan bacağına, beş yıl önce çılgınca futbol oynadığın sahalarda, gol üstüne gol atacak kuvveti verebilsem…

Ama bazen olmuyor, Salih!

Bazen bana düşen, zorlu yolcuğunun bir yerinde, yolu benden geçen kederli yolculara yoldaşlık etmek oluyor yalnızca.

Senin korkularını, senin hüzünlerini, senin çaresizliklerini içime alıp, bencileyin umutlarla harmanlayarak sana geri vermekten başka bir şey gelmiyor elimden.

Kocaman gözlerine bakıyorum.

Henüz 21 yaşındasın ve beş yıldır çektiğin acıların izleriyle, doyasıya yaşayamadığın delikanlılığının coşkusu, garip bir köşe kapmaca oynuyorlar gözlerinde.

Ben, acılara takılıyorum…

Ama büyütmemiz gereken coşkuların!

 

Aradan aylar geçiyor...

Evinizde, senin hep yattığın kanepede bugün baban ve kardeşlerin oturuyorlar.

Annen benim yanımda.

Senden söz ederken yüzüne sevinç yerleşiyor.

Bir bahar sabahı gelmişsin dünyaya.

 

''Pembe yüzlü, çok mutlu ve uyumlu bir bebekti'' diye anlatıyor annen seni.

Okuldan dönünce babanın yanında çalışırmışsın.

3-4 yaşındayken güzel kızlara laf atarmışsın.

Futbol oynar, her gün patenle kayarmışsın.

Okulda da çok başarılıymışsın.

 

Sonra bir gün berbat bir ağrı, yalnızca dizine değil yaşamınızın kalbine saplanıyor.

Doktorlar kötü haberi veriyor annene.

Sonrası malum, biyopsiler, ameliyatlar, kemoterapiler, tekrar ameliyatlar, tekrar kemoterapiler.

Hepsine göğüs germen mümkün oluyor ama seninle aynı zamanda tedavi gören arkadaşlarının birer ikişer ölmesi, senin çocuk kalbinde fırtınalar çıkarıyor.

Bana da bundan söz etmiştin.

Senden, duygu ve düşüncelerini, yaşadıklarını anlattığın bir günlük tutmanı istediğimde bana, gidenin ardından geride kalmanın çok zor olduğunu, senin ölümünden sonra ailenin bu günlüğü bulması halinde çok üzüleceklerini, o nedenle günlük tutmak istemediğini anlattın.

Oysa tutmuşsun. Burada yazdıklarımın bazılarını senin gizlice tuttuğun, benimle yaptığın çalışmaları detaylarıyla yazdığın günlüğünden öğrendim.

 

............

 

Bir Haziran gecesi, içime büyük bir sıkıntı doluyor. Seziyorum bir şeylerin yolunda gitmediğini… Annen arıyor ve çok zor soluk aldığını haber veriyor.

Dizine doyamayan tümör, şimdi de sana bir nefesçik alacak kadar bile yer bırakmıyor dadandığı körpecik akciğerlerinde.

Hastaneye götürüyorlar daha sonra o gece seni.

Doktorlarsa, yapacak bir şey yok diye eve gönderiyorlar.

Sabah bir akraban arıyor beni erkenden.

Senin, nazlı bir kuş olup uçup gittiğini haber veriyor.

 

Boğazım düğüm düğüm, başım dönüyor ama sözümü tutup fırlayıp çıkıyorum evden.

Yanına ulaştığımda, beni ilk kez hayal kırıklığına uğratıyor gözlerin.

Yere yatırılmış cansız bedenini örten örtüyü kaldırdığımda, yarı aralık kapakların arasında geriye kaymış siyah gözlerinin fersizliğine inanamıyorum.

Kapatmaya çalışıyorum ama ölümün soğukluğuna yenik düşen göz kapakların, ellerimin sıcaklığına direniyor.

Sonra seni alıyorlar, götürüyorlar, yıkayıp, sarıp sarmalayıp gömüyorlar.

O derin keder yolculuğunda, beni rahatlatan tek şey, hep yanında olmam.

Annenin elini tutabilmem.

 

Nereye gidiyorsun Salih?

Hani verdiğimiz maç sözü?

Tam bir hafta önce yine yanındaydım. Çok neşelenmiştin beni görünce.

Bana sarılmış, iyileşince mutlaka benimle beraber maça gitme sözü almıştın benden.

Fanatik bir Galatasaray taraftarıydın.

Çok şeyler konuşmuştuk o gün.

Sana elimle çorba içirmiştim.

Şakalar yapmıştın. Hayatını anlatmıştın…

Nasıl da istiyordun öykünü, kahramanca verdiğin savaşını yazmamı!..

Ben de yazacağıma dair sana söz vermiştim.

İşte şimdi o sözü tutuyorum.

 

Aslında, seni yazmaya, aylar önce bir doktor arkadaşıma gönderdiğim postayla başlamışım:

 

''Hayat, tanımlara sığmayan derslerini, her dakika nasıl da öğretiyor bize!

Dün, Ewing sarkomlu 21 yaşında genç bir hastamı ziyarete gittim Tuzla’da.

O hem umutlu, hem de öleceğini biliyor.

Ben, onu ziyaretten korkuyordum ne zamandır; ne söyleyeceğimi bilemediğim için.

Ama dün, dişimi sıktım ve gittim.

İyi ki gitmişim!

Onun yattığı oda, dün bir şölen, bir düğün odasına dönüştü.

Ölümden söz ettik.

Düşünsene; bir yıl önce iyileşip okuluna devam etmeyi, sevdiğiyle buluşmayı hayal eden bir gençle, ölümün, başından ve sırtından dışarı fırlamış portakal büyüklüğünde tümörlerle geldiğini haber verdiği bir zamanda, ne konuşacağını bulabilmenin zorluğunu!

Ama biz bulduk.

İncecik dallara dönmüş kollarının ucuna ilişmiş, kuru birer yaprak gibi sarkan soluk ellerini tuttum.

Kendisi yola koyulurken onunla, ondan sonra da ailesiyle beraber olacağıma söz verdim.

Uzun uzun birbirimizin gözlerine baktık.

Bakışları sıcacık ve huzurluydu.

Ve ben o an, iyi ki oradayım dedim.

Çünkü o an hissettiğimiz, en derin buluşmasıydı bir hastayla bir hekimin, iki insanın...

Sonra, odadan ayrılırken, bunun belki de son görüşmemiz olacağını bilerek birbirimize el salladık.

Biliyorduk ki biz, bambaşka bir bütünlüğün parçalarıyız.

O duygu, bizim henüz tanımlayamadığımız, literatüre sokamadığımız bir şey.

Ama her şeyden, tıp kitaplarında ve dergilerinde yazılanlardan çok daha gerçek.

İnsanın insana ulaşması...

Ölümün, yaşamla dansı…''

 

İşte, bunları yazmışım Salih!

Her gün Ali Sami Yen Stadyumunun önünden geçip işime giderim.

Sarı-kırmızı renkler bana, arkadaşlarının mezar taşına sardığı Galatasaray atkısını değil de, muayenehaneme gelip sonrasında maça gittiğin zamanlarda giydiğin bereni hatırlatır.

Sık sık, stadın demir parmaklıklarının önünde rastlarım sana.

Gözlerin ışıl ışıl, canlı, coşkulu.

Seslenirsin bana yavaşça:

 

''Şafak Hanım, yine aldık maçı. Bir daha ki sefer siz de geliyorsunuz, unutmayın!''

 

''Tamam'' derim. ''Tamam, Salih. Söz, geleceğim!... Yeter ki gözlerin böyle ışıldasın!''

 

Sonra gülümseyip, el sallarız birbirimize.

Kimseler fark etmez…

Seni iyi gördüğüm için içim rahat, işime yürürüm.

Havada bir muhabbet, bir muhabbet!

Bunu sadece ikimiz hissederiz…

 

..........

 

Salih Kayıkçı

16 Haziran 2006'da, hamuşana karıştı.

https://www.safaknakajima.com/Article/Detail?Id=12