KIRMIZI/MAVİ DEĞİŞKEN SAATLER

​​​​​​​Eski şifonyerleri biriktirir misiniz?

KIRMIZI/MAVİ DEĞİŞKEN SAATLER

Eski şifonyerleri biriktirir misiniz? Bunu kendi kendine sormuştu antikacı dükkânında. Çalışmış, çabalamış, şansı yaver gitmiş kendine güzel bir ev almış, bir odacığında eski çok eski zamanlardan kalan hobisini eyliyordu. Yine bir gün, anneannelerden kalan şifonyerleri seyrederken, içinden birinin kapağını açmak geldi. Eskimiş tahta sapını kendine doğru çektiğinde içinde biriken hazinesini gördü. Mavi bir kutu… İstemsizce ona uzandı eli. Uzun zamandır ellenmemiş, üzerini toz tabakası kaplamıştı. Sildi. Un ufak oldu toz parçacıkları… Sahte bir zamana uzandı eli. Kutuyu açtı. Pandora’nın kutusu gibi çamurumsu bir sıvıyla kaplanacaktı elleri. Ama hayır! Böyle bir şey olmadı. Kırmızı kadife kaplı iç gövdesi, ejderhanın tüm kızgınlığını sergiliyordu. Tam bir kırmızıydı fışkıran o gövdeden. Alev kapanı ellerini yaladı, buz kristallerine dönüşerek bileğine kadar dondurdu. Ortasındaki siyah kadife tutmaç, yaldızları parlayan bir saate tutturulmuştu. Ama ne saat! Gelin tellerinin bilinmezin avucunda parladığı… Altın kaplama bir saatti bu. Açılıp kapanan bir yeri yoktu, sadece bileklik… Üzerine yıldız motifleri işlenmişti ince ince. Nakış misali… Eline almaya korktu, dağılacakmışçasına bir korku kapladı düşüncesini. O zaman her şey son bulacaktı. Kurduğu düşler, bahçedeki nar ağacı, dallarına konan güvercinler, serildiği çimen. Darmadağın olacaktı. Zaman onu nasılda savuracaktı bir o yana bir bu yana. Dağılanları toplamak yine kendisine düşecekti. Başarabilecek miydi parmaklarının arasından kayan, yitip giderken toprağa karışan görüntülerden? Çevresini kırmızı biriketle çevirdiğimiz, altın suyuna batırılmış sahte bir zaman mı engel olacaktı buna? Kadifenin üzerinde sızım sızım sızlanan duru bir tabloydu o sadece kendimizi etiketlediğimiz… Zaman, tiktaklar üzerine çökmüş bir zehir zemberek… Saattin kadranındaki sesler kulağında yankılandı. Altın bir kalbe dönüştü. Büyülü kalbi ona uzatan kadife siyah el içindeki iksirin farkındaydı. Dakikalar… İçtikçe içti… Sarhoş ve iki kelâmsız dakikalar…

Bir el omzumdan tuttu onu… Sarstıkça sarstı. Başı dönüyor, döndükçe daha da hızlı dönmeye başlıyordu Dönme dolabın durduğu, aniden durduğu üst noktasındaydı şimdi. Dişli çarklar: sivri, kanlı dişlerini gösteriyor ve dönmemek için direniyordu. Buradan kendi evini seyretti. İçerisindeki mücadeleye bir türlü anlam veremiyordu. Pandora’nın kutusu açılmış; hayaletler, evinde yeldir yepelek gezmeye başlamışlardı. Kırmızı, turuncu, kahverengi, sarı renklere bürünüp kendilerini oradan oraya savuruyorlar, başlarında taşıdıkları sahte altın renkli saat, aynı dönme dolabın dişleri gibi ağzını canavarca bir hisle açmış, kendisini yutmaya hazırlanıyordu.

Birden kendine geldi, yer altından kaymaya başladığında ki, eski şifonyeri kırarcasına sarılmıştı düşmemek için, şifonyeri değil de kutuyu sıkıca kavradığını gördü. Aynı yerdeydi, hiçbir şey olmamış, bir sarsıntı yaşamamıştı.

Kutsal antika satıcısına bakakaldı. Demin kendini sarsan o değilmişçesine konuşuyordu. Birden duraklayarak:

Sarardınız, bir şey mi oldu? Oturun, hemen su getireyim.” Eliyle işaret ettiği 14. Yüzyıl Lüisinden kalma küçük bir kanapeydi.

O kadar sıcak ki!”

Kendi kendine karar vermişti antikacı. Sıcaktandı tüm bunlar. Evet sıcaktı, zaman alevlerinin sardığı tiktaklar kendilerini kurtarmak için hızla koşmakta, kırmızı mai kutunun saatinde kaybolmaktaydı. Sonra annesini gördü. Mavimsi, ölü mavi bir gelinliğin içinde simsiyah saçları, yemyeşil gözleri, bir büstün donuk bakışıyla ona bakmaktı. Hızla fırlattığı kırmızı şey onun kalbiydi. Ve zaman kutusunun içinde öylece asılı kalmıştı. Artık tiktakları duyulmuyordu.

Mine Köker