BEDENİNDEN DOĞAN CAN KADIN

16 yaşındaydı evlendirildiğinde, 17’sinde ilk çocuğunu almıştı kucağına. Ardından ikinci çocuğu dünyaya gelmişti

BEDENİNDEN DOĞAN CAN KADIN

Dedi ki; o günden beri çevremden hiç kimseye anlatmadım, zaten önemli değil o olay benim için.”

Oysa gözlerinden, ellerinden, dudaklarından çağlıyordu acısı.

Devam etti: Psikoloğa gidenlere şaşıyorum. Nasıl bir anda dökülüveriyorlar, ağlıyorlar öyle?”

İçinde kaynayan volkan, avazı çıktığınca haykırmak, gözyaşları fırtınalar koparmak istiyordu oysa.

“Bana anlatmak ister misin?” dedim. Sustu… Sustum…

Sonra “ilk nasıl başladı?” diye sordum.

İlk cümlesi dilinden, sonrakiler bedeninin her hücresinden döküldü adeta. Acıları, korkuları, çaresizliği yıllar süren tutsaklıktan kurtulmuştu bir anda. O anlattı, ben dinledim. Tıkandığında minik sorular sordum; anısının önündeki taşı kaldırıverdi, altından çıkanlara kendi de hayret etti.

16 yaşındaydı evlendirildiğinde, 17’sinde ilk çocuğunu almıştı kucağına. Ardından ikinci çocuğu dünyaya gelmişti. İki çocuğu olan çocuk bir anneydi o. Kocası yaşça büyüktü kendisinden ama çok iyi ve koca yürekli bir adamdı. Hayat telaşının içinde, kendi dünyalarında, sade yuvalarında mutluydular.

Ta ki, telefondaki o çirkin sesi duyana kadar. Evin etrafında dolanıyordu sesin sahibi, telefonlar susmak bilmiyor, tacizin şiddeti gitgide artıyordu. Korkusundan kimselere diyemedikleri ile kavruluyordu yüreği. Hastalıklı bir ruh vardı karşısında ve sapkın düşüncelerine karşılık bulamayınca tacizler tehditlere dönüşmüştü. Günlerce, aylarca, yıllarca süren işkence gitgide şiddetleniyordu. Böyle durumlarda bazen çaresizliğe “kurtulmak” çözüm gelir. O dönemde polise gitse ne duyacağını, sonradan neler olacağını biliyordu. Eşine söylese onun zarar göreceğinden endişe ediyordu. Peki “kurtulmaya” karşılık gelen neydi?

Bir anda kararını verdi ve çalan telefona “gel” dedi.

Bir çift bıçak aldı önce, tezgâhın üzerine koydu. Sonra birini kolunun içine soktu. Kapı çaldığında kalbini yumrukluyorlardı sanki. Ürkek bakışlarına perde çekti ve ifadesizlik maskesini yüzüne takıverdi. Titreyen elleriyle araladığı kapı kader çizgisinin yönünü değiştiriyordu; o an farkında değildi.

O melun suratlı, avını yakalamış çakal gibi dalınca içeriye ve pençeleriyle kavramaya kalkınca o minik kadını, ilk bıçağı yedi boynuna. “Bıçağı saplarken çıkan sesten gözüm karardı, hiçbir şeyi göremedim” diye anlatıyor o anı. Zaten o günden sonra eskisi gibi göremedi gözleri; üveit yüzünden neredeyse kör olma noktasına kadar gelmişti bir ara. “Ellerime, tırnaklarıma kan doldu, sonradan yıkadım yıkadım o kan bir türlü gitmedi” diye ekledi. Ankilozan spondilit deniliyormuş parmaklarını normalin iki katı oranında büyüten hastalığa. Yüzü, gözü her yeri kan olmuştu. Yıllar sonra damla damla kırmızı beneklerle başladı rosasea hastalığı.

Aldığı bıçak darbelerine rağmen adam bir türlü yere düşmüyor ama avazı çıktığınca bağırıyordu. Eşinin kapıyı açmasıyla adamı yere sermesi bir oldu. “O an donakaldım, eşim sarsınca kendime geldim” diyor. Daha sonra çektirdiği MR da beyninde MS plakları tespit edildi. O anda yaşadığı tutukluk, tüm kasları ve kemiklerindeki gücü silip süpürmüştü adeta.

Mahalleli doluştu eve, yavruları bir ömür bedenlerinde, ruhlarında izler bırakacak dehşete şahit oluyordu. Polis gelince, suçu eşi üstlendi. “Suç” dedim değil mi? Öyle ya! Hâlâ tacizcisini şikâyet edince ya da tecavüzcüsünü öldürünce suçlu oluyor kadın. “Seni tezgâha yatırırız, doğruyu söyle” demişler ona. Ne demek olduğunu bilmeyenler için sadece şunu söyleyeyim; kadın olmaktan tiksindirirler insanı. İnanmadılar önce ifadesine, zorladılar hayli. Sonra “avlu” da buldu kendini. Artık yabancı bir dünyanın yeni sakiniydi, elinden alınan hayatın suskun esiriydi.

O günlere ait ne varsa her detayı anlattı, anlattıkça ağladı. Yıllardır yaşadığı suskunluğunun çığlığı akıyordu gözlerinden. Dilinden dökülmüyordu cümleler; konuştukça etini, kemiğini, iliğini kurutan yosunlar kopa kopa ayrılıyordu bedeninden adeta.

İnsan bazen sadece anlatmak, duyulmak ve anlaşılmak istiyor. Dil susunca beden insana küsüyor, reddediyor varlığını. Sessizliğe gömdüğümüz her anı bir iz bırakıyor derinlerde ve o iz fırsat kolluyor yüzeye çıkmak için günün birinde. Onda da aynısı olmuştu; dilinden dökülemeyen gözlerinde, ellerinde, kaslarında, teninde, beyninde, belinde, dizlerinde, bedenindeki her bir hücrede fırtınalar koparmıştı.

Hani boyunlarına taktıkları yularla medeniyet kisvesine bürünen fason kesim insan müsveddelerine iyi hal indirimi yapıyorlar ya! “O yularla boyunlarından asılmalılar” diye düşünüyorum. Şerefsize “şerefsiz” demenin suç sayıldığı bir ülkede ne ütopik bir hayal değil mi?

Bir kasvetli an, koca bir ömürde nasıl yankılanır en açık örneklerinden biridir o küçücük kadının öyküsü. Yaşama tutunmanın adıdır o. Cesur yüreği mangalda kora dönse de, o tüm şefkatiyle etrafındaki herkese serinlik ve ferahlık salıverir. Öyle sakin, öyle naif, öyle duyarlıdır. Kırgınlıklarına, acılarına rağmen öfkeden ve intikamdan eser yoktur güzel ruhunda. Eşi onu, o eşini sarmalar her daim; “iyi günde kötü günde” anlamını bulur güven, sevgi ve saygı dolu yuvasında.

Şimdilerde şarkılar söylüyor o güzel sesiyle, ağıtlar yerine. Hep gülümsüyor; ağrıları, sızıları, dertleri olsa da. Vazgeçmiyor hayata ve sevdiklerine sarılmaya.

O bu acıyı yaşadığında küçücük bir kadındı, daha 19’unda.

Şimdi 40’larında, genç bir anneanne ve de babaanne.

“Belki bir gün yazarsın” demişti. Bu özel günü bekledim girizgâh için.

Bugün onun doğum günü.

“Melek yüreklim, anka kanatlım!

Suskunluğunun bedenindeki ağıtları şifa bulsun.

Acılarının hücrelerindeki tortuları aksın gitsin çağlayan nehirler misali.

Ömrünün bundan sonraki her anında şükür sebeplerin yoldaş olsun varlığına.

Bedeninden doğan can kadın, canan kadın, iyi ki doğdun, nice mutlu yıllara

Elif SÖZER

Yüksek Mimar