TÜRK OCAKLARI, TÜRKLÜK RUH VE ŞUURUNUN SON DİRİLİŞ ZEMİNİDİR.

Türk Milliyetçiliği Düşüncesinin Doğuşu:

TÜRK OCAKLARI, TÜRKLÜK RUH VE ŞUURUNUN SON DİRİLİŞ ZEMİNİDİR.
Nurullah Çetin
Türk Milliyetçiliği Düşüncesinin Doğuşu:
İkinci Meşrutiyet döneminde Türk milliyetçiliğinin haklı gerekçelerle ortaya çıktığını, bunun bir zorunluluk, bu hareketin tabii bir gelişme ve Türk milletinin derin gaflet uykusundan uyanması sonucu olduğunu görüyoruz. Osmanlı Devletini kuran Türkler, zamanla devletlerini büyütmüşler ama bir süre sonra devletleri, vatanları, ülkenin ana damarları, güç kaynakları, ekonomik kaynakları, önemli kurumları hep Türk olmayanların eline geçmiş.
Türkler de vatanı bekleyen, Türk olmayanları koruyup onların semirmelerine ve azgınlaşmalarına imkân tanıyan koruyucu, nöbetçi asker olmuş. Ayrıca meyve, sebze, buğday yetiştiren çiftçi ve onlara hizmet eden hamal konumuna düşüvermişler. Bununla kalmayıp beslediklerinden, koruyup gözettiklerinden katmerli ihanetler görmeye, arkadan vurulmaya başlayınca kendilerine gelmişler ve milliyet bilincine ulaşmaya başlamışlar. Türk milliyetçiliğinin neden temel bir ihtiyaç hâline gelişini o dönemleri yaşayan Servet-i Fünun dergisi sahibi Ahmed İhsan Tokgöz, hatıralarında şöyle anlatıyor. Bu hatıraları okurken bugün de benzer durumları yaşayıp yaşamadığımızı düşünelim:
“Kırım Savaşı'nı izleyen yıllarda ve o dönemin yetiştirdiği Koca Reşid Paşa, Ziya Paşa, Büyük Kemal Bey gibi yüksek bi¬lim ve aydınlanma adamlarının çalışmalarıyla ülkemizde zorla doğurtulmuş olan ulusçuluk (milliyetçilik) düşüncesi uzun yıllar uykuda kalmıştı. Ulusçuluk düşüncesini her şeyden üstün tutup varlığımızı ve paramızı ulusumuzun içinde dolaştırmak görevini, benim kuşağım hayata atıldığı zaman ne görmüş ne de öğrenmişti. Bütün Türkler, hele tüm İstanbul Türkleri bu yüksek sorunun asla farkında bile değildi.
Ulusçuluk düşüncesi 1855'te doğduktan sonra 1897'ye kadar uyumuş, ancak 1897'de ilk olarak canlı biçimde ortaya çıkmıştır. 1897'de İstanbul'da patlak veren bir Ermeni ayaklanması ve Ermenilerin Türklere gösterdikleri büyük düşmanlık, Türk aydınlarının yavaş yavaş hazırlanmış olan anlayışlarını ayaklandırmıştı. Ve o tarihte “bize düşman olanlarla alışveriş etmemeli” sözü, ilk olarak ortaya atılmıştı.
Bu düşünce ve inanış, 1897'den beri 33 yıldır yavaş yavaş yürüyor; şimdi kendisine gerçek bir yol açmıştır. Ancak yolun açılan bölümü daha çok az ve dardır. Yüzyıllarca süren bilgisizlik ve sersemlik çarçabuk ortadan kalkamaz; kalksa bile bir ulusun gereksinimlerinin çoğunu kendi evlâtlarıyla karşılayabilmesi için yetişmesi gereken unsurlar böyle kısa sürede kesinlikle ortaya gelemez.
Ulusçuluk düşüncesinden ne kadar habersiz ve nasipsiz olduğumuzu anlatmak için biraz bilgi gerekir. Yani yarım yüzyıl önce, benim görüp geçirdiğim dönemde ne durumda olduğumuzu anlatmalıyım. Benim kuşağımdan olanlar ve benden sonraki kuşaktan gelenler anlatacaklarımı hatırlar, ama gençlik bunun ayırdında değildir. İsterim ki gençlik eski durumumuzu iyice öğrensin ve şimdiki dönemin değerini bilsin, kendi omzuna düşen görevi daha iyi kavrasın.
Anılarımın Meşrutiyet ilanından sonraki döneme ilişkin ikinci kitabında bu konuyu yeniden açmaktan amacım şudur: Meşrutiyetin ilanında Türklerin iktisat gözlerini kapayan kalın perde tam kaldırılmamışsa da o karanlık perdenin arasını 1908 inkılâbı açmıştır ve Cumhuriyet dönemi bu perdeyi sıyırmıştır. Perde sıyrılınca etrafımızı saran ateşi çok iyi gördük, anladık. Tehlike anlaşıldıktan sonra çaresi bulunabilir. Uğraşa uğraşa, sıkıntılar çeke çeke mutlaka bu fırtınadan kurtulacağız; benim inancım budur.
Şimdi gelelim eski durumumuza ve eski duygumuza: İstanbul Başdefterdarlığında bulunmuş olan büyükbabam Muhtar Efendiden kalma Vaniköyü'ndeki yalımızda ben dünyayı ilk görüp anlamaya başladığım zaman aile doktorumuzun adı Andonaki, eczacımızın adı Petraki idi. Babamın sarrafı Artin'di. Bakkalımız Bodosaki, terzimiz Karnik, kuyumcumuz Garbis, berberimiz Yani idi. Yalımızın önünden kayıkla geçen tefeci Mişon, gevrekçi Yanko, yemişçi Vasil bize her gün mal satarlardı. Yalıda sandalcımız Dimitri idi, ayva¬zın adı İstepan'dı, eve gelen bohçacı kadın Mannik Dudu idi.
Biz, bu bir sürü yabancılarla alışverişi çok doğal buluyorduk. Paralarımızı onlara düşünmeden verirdik. Çünkü İstanbul'un Türkleri ya Mevleviyet tahsisatı ya da Arpalık parası alan başı sarıklılardan, ya da kalemlerdeki aylıklı memurlardan, subaylardan oluşuyordu; ticarete, sanayiye, esnaflığa aşağılayarak bakardık. Bu işleri İstanbullu beyler kendilerine lâyık görmezlerdi. İstanbul Türklerinin hemen hepsi hazır yiyiciydi. Anadolu'dan ve Rumeli'den şehre gelen Türkler ise hamal, küfeci ve rençberlikten ileri geçmezlerdi; bu zavallılara "Kaba Türk", "Leblebici Türk" denirdi.
Bizi Boğaziçi'nden İstanbul'a indiren vapurların kaptanlarının hiçbiri Türk değildi. Demiryolları idarelerinde, bankalarda, karantina ve fener yönetimlerinde tek bir Türk görülmüş değildi.
Kitabımın birinci cildinde yazdığım üzere gazetecilik, kitapçılık ve matbaacılık da her şey gibi Türk olmayanların elindeydi. Günlük gazetelerin sahipleri Çörçil, Filip, Mihran, Nikolaidi adlı idi. Dergileri Karabet'ler, Kaspar'lar, Ohanes'ler çıkarırdı.
Türk uyruğunda olduğu hâlde Türklükle ilişkisi hiç düzeyinde olan bu güruhun yanında daha acıklı bir güruh daha vardı. Bu da İstanbul ya da İzmir'de belki yüz yıldan beri yerleştikleri ve işler tuttukları hâlde ceplerinde belki hiç tanımadıkları bir ülkenin yabancı pasaportunu taşıyan Levan-tenler'di. Kapitülasyon rejiminden yararlanan Levantenler, cennetteymiş gibi vergisiz, denetimsiz Türkiye'de yaşarlardı.
Bunların herbirinin o zamanki hayatı ve ayrıcalığı bugünkü yabancı elçiler ölçüsündeydi. Onlara "Frenk" derlerdi. İzmir'de Frenk Mahallesi bile vardır. Onların saltanat sürdükleri çevre de Beyoğlu idi. Haraç veren yalnızca Türklerdi ve biz bu durumu doğal bulurduk. Bizi sömürüp yiyen hastalığın hiç farkında değildik. Hazır yiyiciliğimiz sürüp giderdi.
İşte bu iktisadî körlüğümüzün ilk ışığı 1855'te parlamış, 1897'de Ermeni ayaklanmasında ilk eserini vermiştir. O tarihte Saray bile ürktü, Mihran'ın Sabah gazetesini geçici olarak kapattı. Bundan yararlanan İkdam, içinde çırpındığı sıkıntıdan kurtulmuştu. Halk artık bir Türk’ün çıkardığı gazeteye eğilim gösterdiği için Sabah'ın kapalı kaldığı günlerde İkdam'a alışıverdi, İkdam’ı yaşattı. Yine 1897'de ilk Türk eczanesi açıldı. Şehzadebaşı'ndaydı, Hamdi Eczanesi adını taşıyordu.
Şimdi burada önemli bir konuya değineceğim: Ben bu durumu gençlere eski iktisadî körlüğümüzü anlatmak için yazıyorum. Yüzyıllarca iktisat hayatında kör yaşayanlar gözlerini açar açmaz hemen tüccar, esnaf ve sanatkâr oluvermezler ve böyle bir sanıya düşüp tepki göstermek de tehlikelidir. İş "şovenlik" şekline döner. Gençler hazır yiyiciliğimizi göz önünde tutup iktisat hayatında ulusçuluk ruhunu ve çalışkanlığını yedire yedire getirmek gibi çok zor bir görev başına geliyorlar. Bunu unutmasınlar.
Sonra ikinci bir nokta daha var; bizim körlüğümüzden yararlananlara kızmaya hiç hakkımız yoktur. Kabahat onların değil, bizimdi. Burada haklı kızılacak bir şey vardı, o da emperyalist devletlerin başımızda zorla tuttukları kapitülasyon rejimiydi. Şimdi bu belâ ortadan kalkmıştır. Levanten güruhunun eli böğründe kalmıştır. Eşit koşullar altında çalışırken kendi ulusumuzdan sanatkârları tercih etmek yeterlidir. Yoksa ötekilere düşmanlık hem fazladır, hem gereksiz ve yararsızdır. Tersine, gerekince onlardan yararlanmayı severim.
Basın anılarımı yazarken gazetecilik, kitapçılık ve matbaacılık mesleklerimizdeki değişiklikleri anlatmaya çalıştım.
Görüyorsunuz ki, aziz mesleğim, ulusçuluk ilkesi içinde, önce Abdülhamid döneminde, sonra Meşrutiyette önemli gelişmeler sağladı. Şimdi günler geçtikçe gelişme yolunda ilerliyor. Bu üç dönemi yaşamış bir basın emekçisi olduğum için, ben bile geçmişe ibretle, bugüne hoşnutlukla, ileriye çok umutla bakıyorum.”
*Türk Düşmanlığına Tepki Olarak Türk Milliyetçiliği
1908’de İkinci Abdülhamid’in baskıcı yönetimine son verildi ve İkinci Meşrutiyet ilan edildi. Bundan sonra Osmanlı Devleti’ne bağlı olan Bulgar, Yunanlı, Sırp gibi Müslüman olmayan milletler, Batının kışkırtmalarıyla milliyetçilik fikri etrafında bağımsızlık hareketlerini yoğunlaştırdılar. Bunların milliyetçilikleri daha çok Türk düşmanlığına dayalı olarak gelişmişti.
Öbür taraftan yine Osmanlı Devleti’ne bağlı olan Arnavut, Arap gibi müslüman unsurlar da yine emperyalist Batının tahriklerine kapılarak ırkçılık davası gütmeye başladılar. Bu ortamda Osmanlı Devleti’nin kurucu unsuru olan Türkler, Batılılar ve onlarla işbirliği yapan Hristiyan milletler tarafından siyasi, kültürel, askerî, ekonomik emperyalizm bağlamında saldırılara uğradılar.
Osmanlı Devleti’nde farklı dinlere ve ırklara sahip toplulukları bir arada tutmaya çalışan ama tutamayan ideoloji Osmanlıcılık idi. Ancak Balkan Savaşları (18 Ekim 1912 - 22 Temmuz 1913) ile birlikte Osmanlıcılık ideolojisinin Osmanlı Devleti’nin siyasi birliğini sürdürmeye yetmediği anlaşıldı.
Bu durumda Türkler de kendilerini, vatanlarını, devletlerini, dinlerini ve kültürlerini korumak için millî bilinç kazanmaya başladılar. Bu bağlamda saldırgan olmayan, tamamen savunmacı bir Türk milliyetçiliği hızla gelişti. Türkler, millî tarihlerini, kültürlerini, edebiyatlarını, vatanlarını, değerlerini, kimliklerini âdeta yeniden keşfetmeye başladılar.
Bu doğrultuda Türk milliyetçiliği, Batı emperyalizmi ve onların Osmanlı Devleti bünyesindeki yerli işbirlikçilerine karşı hemen her alanda kurumsallaşmaya başladı. Bunlardan biri de millî Türk edebiyatı akımıdır.
Türkçülük, genel anlamda milliyetçilik düşüncesiyle Türkleri, millî ve manevî değerleri etrafında şuurlandırmak, Türk milletini her anlamda yükseltmek ve kültürel, siyasî anlamda Türklerin birliğini ve devlete hâkimiyetini sağlamak ülküsüdür.
*Siyasî Türkçülük ve Yayın Organları:
İkinci Abdülhamit döneminde milliyetçi faaliyetler bastırılmış hâldeydi. İkinci Meşrutiyet döneminde ise milliyetçi çalışmalar hız kazandı. Bu dönemde Türkçülüğün gelişmesinde Rusya ve Avrupa’da ortaya çıkan ve yayılan Türkçülükle ilgili çalışmaların etkisi büyüktür. Ayrıca sonraki yıllarda İttihatçıların Türkçülüğe önem vermeleri de bu harekete ivme kazandırdı.
Yeni Osmanlılar ve Jön Türkler arasında milliyetçi düşünceye sahip kimseler de vardı. Ancak sistemli bir şekilde siyasî Türkçülüğün ilk metnini Kazanlı bir Türk olan Yusuf Akçura (1879-1935) "Üç Tarz-ı Siyaset" (1904) adıyla ortaya koydu. Yusuf Akçura, Paris’te siyasi bilimler okumuş, Gaspıralı İsmail Bey’in Tercüman gazetesine, Kahire’de çıkan Türk gazetesine ve Türk Yurdu dergisine yazılar yazdı.
Atatürk tarafından Türk Tarih Encümeni’nin oluşturulması için görevlendirildi. Ulum ve Tarih (1906), Rusya’daki Türk Tatar Müslümanlarının Şimdiki Vaziyeti ve Emelleri (1909), Muasır Avrupa’da Siyasî ve İçtimaî Fikirler ve Fikir Cereyanları (1923), Osmanlı İmparatorluğu’nun Dağılma Devri (1934) ve Türk Yılı (1928) gibi çalışmaları da bulunmaktadır.
Ahmet Ferit Tek (1878-1971) de çıkardığı İfham gazetesiyle, Turan (1914, “Tekin Alp” imzasıyla) adlı kitabıyla Türkçülük fikrinin gelişmesine önemli katkılarda bulundu. O, “Büyük Turan” ifadesiyle Asya ve Avrupa’ya yayılmış olan birleşik ve ayrı bütün Türklerin Mançu, Moğol, Fin, Türk hepsinin memleketlerini içeren bir büyük vatanı kasteder.
“Küçük Turan” ifadesiyle de Mançu, Moğol, Finî hariç olmak üzere Türklüğün bir şubesini içeren Türk vatanını kastetmiştir. Ona göre Türklüğün temeli Anadolu Türklüğüdür. Ahmet Ferit, ayrıca 1919’da Millî Türk Fırkası adında bir parti kurdu.
Hüseyinzade Ali Turan da siyasî Türkçülüğün öncülerindendir. Ayrıca Ortalık Asya Türklüğünün uyanık bir vicdanı olan Gaspıralı İsmail Bey (1841-1914)’in “dilde, fikirde, işte birlik” ilkesine bağlı olarak çıkardığı Tercüman Gazetesi de dünya Türklerinin millî uyanışlarında önemli bir rol oynadı.
Türk milliyetçileri, bütün Türkleri birleştirme, tarih içinde Türklüğü arama, bütün millî değerleri araştırma ve halka yayma, sorunlara çözüm arama, Türklerin Türkler tarafından yönetilmesini sağlama, Türk milliyetçiliğini, siyasi, kültürel, tarihî, toplumsal bütün yönleriyle ortaya koyma amaçlarıyla dernekler, partiler kurmaya başladılar.
İlk Türkçü teşkilât, 25 Aralık 1908 tarihinde kurulan Türk Derneği'dir.
Derneğin kurucuları arasında Necip Asım, Velet Çelebi, Yusuf Akçura, Ahmet Midhat, Emrullah Efendi, Bursalı Tahir, Korkmazoğlu Celâl, Müftüoğlu Ahmet Hikmet, Aliyiğitzade Musa, Ispartalı Hakkı, Köse Raif Paşazade Mehmet Fuat, Ahmet Ferit Tek, Hüseyinzade Ali Turan gibi isimler bulunmaktadır.
Cemiyetin maksadı, Türk diye tanınan bütün kavimlerin kültürünü, tarihini, dilini öğrenmeğe ve öğretmeğe çalışmak, Türk dilini bir medeniyet dili hâline getirmektir. Aynı adla 7 sayı süren (1910-1911) bir de dergi çıkarmış olan dernek, 14 Mayıs 1329'da kendini feshederek Türk Yurdu’nun kültür şubesine dönüşmüştür.
18 Ağustos 1911'de Yusuf Akçura, Mehmet Emin, Ağaoğlu Ahmet, Müftüoğlu Ahmet Hikmet, Hüseyinzade Ali, Âkil Muhtar Özden gibi aydınlar Türk Yurdu Cemiyeti’ni kurdular. Cemiyetin aynı adla bir de dergisi çıktıysa da çok geçmeden bu cemiyet fesholunmuştur. Fakat Türk Yurdu dergisi yayınına hâlen bugün bile devam etmektedir.
12 Mart 1912 tarihinde Mehmet Emin, Yusuf Akçura, Mehmet Ali Tevfik gibi aydınlarca bu sefer Türk Ocağı kuruldu. Aydınlara hitap eden Türk Yurdu (1911) dergisi de Ocağın yayın organı oldu. Bu dergi daha çok Türkistan (Ortalık Asya) Türklüğünü Türkiye Türklerine tanıtmayı amaçlamıştır. Bu dernek, daha çok eğitimli, kültürlü kesime hitap eden kültürel çalışmalar yaptı.
Türk Yurdu dergisi
Bu dönemde çıkan diğer milliyetçi yayın organları arasında şunları sayabiliriz:
Büyük Emel (1912), Büyük Duygu (1912), Halka Doğru (1913, kültür eğitim seviyesi daha düşük halk için), Bilgi (1913, Celal Sahir yönetiminde), Türk Sözü (1914, yarı akademik mahiyette), Yeni Turan gazetesi (1914, günlük), İslam (1915, Türk Ocağı’nın desteğiyle çıktı.), Millî Tetebbular Mecmuası (1915, Fuat Köprülü yönetiminde), Yeni Mecmua (1917), Diken (1918, Mütareke döneminde çıktı.), İfham gazetesi (1919, Ahmet Ferit Tek yönetiminde), Büyük Mecmua (1919, Sabiha-Zekeriya Sertel yönetiminde)
Bu dönemde milliyetçilik çalışmalarına iktidarda bulunan İttihat ve Terakki Partisi de değişik şekillerde destek veriyordu.
Halka Doğru dergisi
*Kültürel Türkçülük:
Tanzimat döneminden itibaren Türk aydınları, bütün dünya Türklüğünü keşfetmeye başladılar. O zamana kadar genellikle Osmanlı Türkleri üzerinde duruluyordu. Ayrıca Türklerin tarihi neredeyse sadece Müslüman oluşlarıyla başlatılıyordu. Tanzimat döneminde Türkçülük, Avrupa’da gelişen Türkoloji çalışmalarının etkisiyle daha çok dilde ve tarihte Türkçülük şeklinde ortaya çıktı. Tanzimat’tan sonra Batılı Oryantalistlerin de araştırmalarına dayanarak İslam öncesi Türklük ve Osmanlı dışı Türklük dünyası üzerine de araştırmalar, incelemeler artmaya başladı.
Kültürel Türkçülüğün İlk Kaynakları:
1.Mustafa Celaleddin Paşa, Les Turcs Ancients et Modernes (Eski ve Yeni Türkler), 1869, İstanbul: Sultan Abdülaziz’e sunuldu. Türk ırkının tarihte oynadığı büyük role yer verdi.
2.Süleyman Paşa (1838-1892), Tarih-i Âlem, 1876, İstanbul: Tüm dünya Türklüğünün tarihine yer verdi.
İlm-i Sarf-ı Türkî: Türk dilinin adının Osmanlıca değil Türkçe olduğunu vurgular.
3.Ahmet Vefik Paşa (1823-1891), Lehçe-i Osmanî, 1876, İstanbul: Bu sözlükte Türkçe kelimelere de yer verilir. Türkçenin bağımsız bir dil ve Osmanlıcanın da Türkçenin bir kolu olduğuna vurgu yapar.
Ebulgazi Bahadır Han’dan çevirdiği Şecere-i Türkî , 1864: Bütün Türklük tarihine yer verir.
4.Necip Asım Yazıksız, Türk Tarihi, 1900: Leon Cahun’un Asya Tarihine Giriş adlı eserini genişletti. Ural Altay Lisanları, 1895, Pek Eski Türk Yazısı, 1897-1911, Orhon Abideleri, 1924, İlm-i Lisan, 1917, Eski Savlar, 1924
5.Şemseddin Sami (1850-1904), Kamus-ı Türkî, 1901,
6.Bursalı Mehmet Tahir (1861-1926), Türklerin Ulum ve Fünuna Hizmetleri, 1898,
7.Velet Çelebi İzbudak (1869-1953), Türk diliyle ilgili çalışmaları da yine Türk milliyetçiliğinin tarihî ve bilimsel temellerini atan çalışmalar arasında yer almıştır. Bunlar daha çok dil ve tarih alanlarındaki akademik Türkoloji çalışmalarıydı. Türkçülüğü siyasî ve ideolojik bir program olarak sunma iddiasında değildi.
İkinci Meşrutiyet’ten sonra Türk milliyetçiliği düşüncesinin hızla yaygınlaşmaya başladığını görüyoruz. Bu dönemde bilimsel, tarihî, edebî ve siyasi anlamda Türkçülük çalışmaları artmıştır. Dernekler kuruldu, dergi ve gazeteler yayınlanmaya başladı.
*Millî Edebiyat Akımının İlk Habercileri
Millî Edebiyat Akımının ilk belirtileri, ilk habercileri Tanzimat döneminde görülür. Namık Kemal “Lisan-ı Osmanînin Edebiyatı Hakkında Bazı Mülahazatı Şamildir” (Tasvir-i Efkar, 1866) adlı makalesinde Divan Edebiyatına tepki olarak Türk dili ve edebiyatının millîleşmesi gereği üzerinde durur. Edebiyatımızın millî hayatımızı yansıtması gerektiğinden söz eder.
Ziya Paşa da “Şiir ve İnşa” (Hürriyet) makalesinde benzer düşünceleri dile getirir. Bizim asıl şiirimizin Divan şiiri değil, Türk halk şiiri olduğunu söyler.
Bir şunu diyen bir yazı 'TÜRK OCAKLARININ KURULUŞUNUN 112. YIL DÖNÜMÜ TÜRK DÜNYASINA KUTLU OLSUN 25.MART.1912' görseli olabilir