“Nazik çiçektir manolya; burnunu değdirdiğin yerler çabuk solar

Kozalakları toplamak için dallara çıkmaya lüzum da yoktu.

“Nazik çiçektir manolya; burnunu değdirdiğin yerler çabuk solar
Annem: “Koklarken burnunu değdirme” demişti. Neden? demiştim. “Nazik çiçektir manolya; burnunu değdirdiğin yerler çabuk solar.” İçimden: "sanki çiçeğin aklı var" dedikten sonra burnumu sürte sürte koklayıp içime çekmiştim. Daha sonra da annemin kesme kristal, kısa boyunlu pembe vazosuna biraz su doldurup içine koymuştum çiçeği. Aradan biraz zaman geçince yamyamca kokladığım yerler gerçekten de sararmıştı. Sonra annemin birkaç tonluk tokadı beynime inmişti: “Çiçeğin aklı yok oğlum ama sen de az akılsız değilsin.” Böyle utana utana öğrenmenin de bir cazibesi vardı.

Benim daha sonraki tespitlerime göre 140 senelik olduğunu düşündüğüm bir Rum evinde doğmuştum ben. Mahalledeki ve civardaki herkes 100 seneden eski olduğunu söylüyordu ama küsuratı kestiremiyorlardı. Hayırsever bir adam olan efsanevi Yağcı Ali Amca’nın eviymiş zamanında. Karşı komşumuz 80’lik Aynur teyzeyle annem ne zaman konuşsa kadın: “Hülyacım yine yeşil yeşil nur yağıyordu dün gece senin eve. Mübareğin seveni çokmuş, Allah kabrini nurlandırıyor.” derdi. İhtiyaç sahiplerine yardım eder, yağ dağıtır, erzak gönderirmiş Ali Amca. Annem de her mayıs gelince mutlaka kopardığımız manolyalardan birisini götürürdü Aynur teyzeye.

Evimizin bir büyük bahçesi vardı. 2 turunç, 1 incir, 1 gül, 1 mandalin, daha sonra kuruyan bir yarma şeftali ve bir de manolya ağacımız vardı. Aslında güzelce budanıp bakımı yapılsa biraz daha güdük kalması gereken bu ağaçla zamanında kimse ilgilenmemiş olsa gerek ki 8-10 metreden uzundu. Haliyle çiçekleri toplamak zor oluyordu ama meşakkat umurumda bile olmuyordu. Bu şaşaalı çiçek için çabalamak keyifliydi. Ama beni esas heyecanlandıran: çiçek kuruyup da ortasındaki kozalağın oluştuğu zamanlardı. Eylül-ekim ayları..Kozalağın içinde alev kırmızısı o küçük tohumların oluştuğu zamanlar. Kozalakları toplamak için dallara çıkmaya lüzum da yoktu. Nasılsa kendileri dökülüyordu. O tohumları kozalaktan çıkartıp biriktiyordum. Hatta cebimde taşıyordum. 11-12 yaşında bir çocuk için bu eylem nasıl ve neden bir ritüele dönüşmüştü bilemiyorum ama benim için bir tür gizli temas zamanlarıymış meğer..Şimdilerde daha iyi anlıyorum.

Gelecek denilen şey çok önceleri bir mendilde ya da minik bir sandukada saklanabilirmiş. Ben canım çektikçe cebimdeki kırmızı tohumları çıkarıp, tırnağımla üzerlerini biraz kazıyıp sonra içime çekerken burnuma gelen o mest eden koku meğer kırık – dökük zamanı onaran bir şifacıymış. Gelecek; yani unutulacak olan şimdinin ilerdeki yaralarını saran, belleğimde ölüme mahkûm eski bir şimdiyi çok önceleri ölümsüz kılan o kırmızı tohumlar. Zaman içinde bir kalbur zalimce, hatırlanacak ve unutulacakları ayırırken beni ne kalburun üstünde tutan, ne de altına atan, beni bizzat kalburun kendisi yapan o koku. Evet unutmak da bir nimetti. Ama cevizden bir kitaplığın epey arka sıralarında ve üst raflarında artık uzun zamandır tozlanmış da olsa çekip çıkarıp yad etmek istediklerimi kolundan tutup bana getirecek bir şifreydi..

Zamanın tohumlarıydı..

can küçükşahin

mühendis

Resim önizleme