KOCA BİR TARİH... ZORUNLU BİR GÖÇ... SELANİK SELANİK.

TARİHİMİZ GEÇMİŞ YAŞAMIMIZ BİZİM

KOCA BİR TARİH... ZORUNLU BİR GÖÇ... SELANİK SELANİK.

KOCA BİR TARİH... ZORUNLU BİR GÖÇ... SELANİK SELANİK.. TARİHİMİZ GEÇMİŞ YAŞAMIMIZ BİZİM.. Oralardan ayrılırken belki sordular kendilerine “Şimdi biz gurbetten mi çıkıyoruz? Yoksa gurbete mi gidiyoruz diye?”

Tarihin ilk zorunlu ve şartlar dolayısıyla gerekli olan göçü.
Tek kurşun atmadan Osmanlı Devleti ve Arnavut Hasan Tahsin Paşa tarafından Yunanlılara verilen Selanik'ten can yakan
bir kitlesel acı yaşandı nüfus değişimiyle. Uyum sağlayana dek gözyaşıyla yoğruldular. Hayatları boyunca yarım kaldılar. Türkler Selanik'ten ayrılırken belki sordular kendilerine
“Şimdi biz gurbetten mi çıkıyoruz? Yoksa gurbete mi gidiyoruz diye? ”Belki hayat boyu bu zor sorunun cilt cilt cevapları vardı akıllarında.
“Bize burası sahip. Ama biz oraya aidiz” …

Dönüleceğini umuyorlardı elbet gelirken, ama artık sınırlar çizilmişti, oralar bizim değildi…Sonundaki tebessümün ardında derin acılar bırakan Kurtuluş Savaşı bittiğinde 1923 yılında imzalanan Lozan Antlaşması’ndaki ek madde gereğince Türkiye’deki bir milyon civarı Rum ile Yunanistan’daki beş yüz bini aşan Türk yer değişimine tabi tutuldu.
Bu göçe İstanbul’daki Rumlar ve Batı Trakya’daki Türkler tabi tutulmadı.Zeytincilikle, tütün ve buğday ekimiyle uğraşırken zaten çok da parlak olmayan maddi koşullar, Balkan savaşları, Osmanlı-Rus Savaşı yüzünden yıpranmış olan Türk nüfus bir de bunun üzerine değişim olayıyla karşılaştı.
Gözyaşıyla yoğruldular.
Selanik'e bağlı, Drama’dan, Yanya’dan, Karaferya’dan, Kavala’dan, Serez’den ve daha birçok yerden bu göçü yaşayan Türkler ne oraların havasını ne
de yaşadıkları güzel günleri unutabildiler. “iki kere yabancı” ydılar onlar. Fakat kaderlerinin cilveli bir şavkıydı belki bu yolculuk. İki milyon insan iki milyon öykü demekti.
Biz bu öykülerin gizlerini çözemeden öldü belki birçoğu. İşte Edirne’de yaşamış bir Selanikli göçmeninin anlattıkları şöyle :

“Asıl vatanımız Türkiye idi bilirdik. Ama oralarda doğduk. Ben Vardar Nehri kıyısında bulunan Yenice-i Vardar'a bağlı Işıklar( Aşıklar) Köyündenim.( Şuan ki Evropos Belediyesi Kılkış'a bağlı ) Çok yeşildi köyümüz. Anamın yaptığı mercimekli börekleri yer, oyunlar oynardık. Anam duldu. Çağlayı andırır gözleri vardı. (Ölene kadar bana her haliyle Selanik’i hatırlattı bana. Bu yüzden “Yeşil Gözlü Selanik” derdim ona.)
Çok güzel ve çok çalışkandı. Fakirdik. Zeytinliğimiz, üzümlüğümüz yoktu. Bulgur, bulamaç yedirerek büyüttü anam bizi. Yabancı askerler kendisinin güzelliğini fark etmesin diye kömür isi sürerdi yüzüne.
Hep soğan yerdi anam. Bir yabancı erkek yanına gelince ağzı koksun, kendinden tiksinsin diye. Öyle korkardı. Bu yüzden en çok o sevindi Türkiye’ye gelecek olmamıza. Kendini güvende hissedecekti çünkü. ”Direği sağlam bir gök kubbe o topraklar” derdi hep. Ben sekiz yaşındaydım oradan ayrılırken. Yanımıza eşya almadan at arabasıyla yola çıktık. Önce Selanik’e geldik. Selanik’e vardığımızda ilk defa gördüğümüz Beyaz Kule çok etkiledi hepimizi. Burada diğer kasaba ve köylerden Mayadağ’dan, Gümence’den gelip aylardır bizi götürecek olan vapuru bekleyen başkaları da vardı. Bekledikten sekiz gün sonra Gülcemal Vapuru göründü uzaktan.”Gülcemal”. inşallah cemalimiz güle döner dedi anam. Çok kalabalıktı. Vapurda hastalananlar ve ölenler oldu. Ölenler hastalık yaratır endişesiyle denize atıldı.
Önce Tekirdağ’a geldik. Sonra İstanbul’a. Köyden başka ailelerle beraber bize gösterilen yerlere baktık. Anam Boğazı görünce “ben buralarda duramam” dedi. “Buranın deresi çok büyük kızanlarım suya düşer” Bugün hala hatırıma geldikçe gülerim rahmetlinin bu sözüne.
Çoğunluk ilk önce Hayrabolu ve sonrasında Kırklareli merkezine yerleştirilirken biz Edirne’ye yerleştik işte. Bir Rum ailenin viranesiydi ilk oturduğumuz ev. Sonra değiştirdik. Yerliler “yarı gavur” dediler önce. Sonra iyi komşu olduk tabi. Derken evlendik, çocuklarımız, torunlarımız oldu. Buralara kök saldık bu sefer.
Atatürk’ten Allah razı olsun.
Bizi o kurtardı. Yeni bir hayat sağladı…” diyordu.

Ayrılırken karanlığa teslim ettikleri güzelim evleri, kamıştan yapılmış bir kulübe gibi göründü gözlerine avuçlarına alsalar ceplerine sığacaktı sanki bütün anıları.
Orada enfiye kutusu, krem rengi bir peştamalın ucundaki bir parça dantel
ya da begonyaların sandukası olmak istediler ayrılmamak için.
Cansız bir nesneye dönüşüp “kalmak” düşüncesiyle tutuştu ciğerleri belki…
Yarımdılar. Hayatları boyunca yarım kaldılar.
Oralardan ayrılırken belki sordular kendilerine “Şimdi biz gurbetten mi çıkıyoruz? Yoksa gurbete mi gidiyoruz diye?”
Alıntı**