20 yıldan fazla süredir tanıdığım bir arkadaşım nadir görülen bir rahatsızlığa yakalandı.

Yoksa, insanın gerçek doğasının aydınlanması için illaki bir badirenin ışığı mı gerekiyor?"

20 yıldan fazla süredir tanıdığım bir arkadaşım nadir görülen bir rahatsızlığa yakalandı.
20 yıldan fazla süredir tanıdığım bir arkadaşım nadir görülen bir rahatsızlığa yakalandı. Locked-In sendromu olarak adlandırılıyor bu. Beyin kanamasından sonra kişi ölümden kurtuluyor ancak beyin sapının devre dışı kalması ve beyin ile sinir uçları arasındaki bağlantının kesilmesi nedeniyle bütün vücut felce uğruyor.

İşin en zor yanı ise zihnin sapasağlam durması. Yani, kişi herkesi tanıyabiliyor; her şeyi hatırlayabiliyor; düşünebiliyor ancak sadece gözlerini hareket ettirebiliyor. Zaten çevreyle bütün iletişim de genellikle göz kapağıyla sağlanıyor.

Belki hatırlarsınız; Kelebek ve Dalgıç adında 2007 yapımı bir film vardı. Gerçek bir hikayeden uyarlanan film, bu sendroma yakalanan Elle Dergisi’nin yazı işleri müdürü Jean-Dominique Bauby’yi konu alıyordu. Hem hüzünlü hem de farklı bir hikaye…
Çünkü Bauby, 1995 yılında yakalandığı Locked-In sendromunun ardından tek hareket ettirebildiği sol göz kapağı yardımıyla bir kitap yazdırıyor.

Önce, bir konuşma terapisti onun için Fransızcada kullanılma sıklığına göre oluşturulmuş harflerden özel bir alfabe geliştiriyor. Ardından Bauby, istediği harfte göz kırparak kelimelerin ve anlatımın oluşturulmasını sağlıyor ve kitabın adını da Kelebek ve Dalgıç (Zırhı) koyuyor.

Yıllar önce filmi izlemiştim; arkadaşımı hastanede ziyaret ettikten sonra kitabı da okudum.

*

Kızını akşam üstü tiyatroya götürürken beyin kanaması geçiren Bauby’nin olay gününü anlattığı ve o günün sabahına ilişkin yazdığı bir paragraf var. Diyor ki:
“Tıraş olmak, giyinmek, bir fincan sıcak çikolatayı yutmak gibi, bugün birer mucize olduğunu düşündüğüm tüm o ufak jestleri o gün yapabiliyordum.”

Kitabını bitirdiği cümleler ise daha düşündürücü:

“Acaba bu evrende beni bu dalgıç hücresinden kurtaracak bir anahtar var mıdır? Ya da son durağı olmayan bir metro? Peki, özgürlüğümü geri satın alabileceğim bir para? Sanırım başka yerde aramam gerekiyor bunları.
O zaman, ben gidiyorum.”

*

Biliyorum; yazdıklarım hüzünlü.

Bütün bunları size bir pazar gününde anlatma nedenim ise telaş içindeki yaşamlarımızda bu hikayenin bir hatırlatıcı işlevi görebilmesi.

Bauby, kitabının ismini neden Kelebek ve Dalgıç (Zırhı) koymuş biliyor musunuz?

Çünkü kıpırdatamadığı vücudunda kendini bir zırh içinde hissettiği; dış dünyayla tek bağlantısını kuran gözünü de metal başlığın görüş camına benzettiği için.

Kitapta sık kullandığı kelebek metaforu ise oldukça derin. İnsanın çevresindeki gürültüyü susturup da kelebeklerin sesini dinleyebilmesi özel bir dikkat ve sükûnet gerektirirmiş.

Yazıyı bitirirken bir mesaj çıkarmayacağım.

Onun şu sözleri anlatmak istediklerimi zaten özetliyor.

“Bugün artık bütün varlığımın küçük ıskalamalardan oluştuğunu hissediyorum.
Sevmeyi bilemediğim kadınlar, hissedemediğim fırsatlar, kaçıp gitmesine izin verdiğim mutluluk anları, sonucunu önceden bildiğim ama kazananını seçemediğim bir yarış.
Kör veya sağır mıydım?
Yoksa, insanın gerçek doğasının aydınlanması için illaki bir badirenin ışığı mı gerekiyor?"


Söz sizde.

Damla Ömür Tantekin

Founder of D Strategy | Advisor 
Bu resim için alternatif metin açıklaması yok