SİZ O MENHUS 13 HAZİRAN'I BİLİR MİSİNİZ? İBRAHİM METİN

Kalktı göç eyledi Türkmen illeri” demiş şair.

SİZ O MENHUS 13 HAZİRAN'I BİLİR MİSİNİZ? İBRAHİM METİN

Kalktı göç eyledi Türkmen illeri” demiş şair. Ataları, 1860 yılında, Aziziye’nin Yukarı Köşkerli köyünden, Silifke sancağına bağlı Kıbrıs adasına sürgün gönderilen bir Avşar Beyi ile bir Türkmen Beyi bayrağı göndere birlikte çekmek için kader birliği yapmışlar; ancak önce Türkmen Beyi, ondan 22 yıl sonra da Avşar Beyi bayrağı göndere çekemeden göç eylemiş...
Onun ismini ilk defa, 27 Mayıs 1960’da ilân edilen Millî Birlik Komitesinin 38’lerinden birisi olarak duyduk. Bunlardan, Alparslan Türkeş, Muzaffer Özdağ, Ahmet Er, Numan Esin ve Mehmet Özgüneş, isimlerini milliyetçi olarak bildiklerimizdendi. Hatta ilk bildiriyi okuyanın Türkeş olduğunu öğrenince milliyetçilerin ülke kaderine el koyduğunu zannetmiştik. Onun Türkçü özelliğini önceleri bilmiyorduk. Ama sonraları, böyle bir dehayı tarih sahnesine çıkarmış olmasını, karşısında olduğumuz bu hareketin en büyük faydalarından birisi olarak gördük.
İstanbul Hadımköy’de tamamladığım yedek subaylık görevinden Ankara’ya dönüşümde; sonraları, Türkiye Sosyalist İşçi Partisi Genel Sekreterliğini de yapan kıtadaki yedek asteğmen arkadaşımın, Kavaklıdere Billur Sokağında kiralamış olduğu evi bana devretmesi ile Taşer ailesinin komşusu olmak şerefine nail oldum. Bu benim için böyle idi ama, Taşer ailesi için durum farklıydı: Asuman Ablamız ve Yasemin, pek de uslu olmayan; önceleri iki, sonraları dört çocuğumun eşyalara verdiği hasarları gidermeye çalışırlardı (Gerçi sonraları, sevgili Dündar ve Ercüment'i büyütürken, bizimkilerin ne kadar uslu olduklarını, itiraf etmişse de... Bizim çocukların pek de fazla haşarı olmadıklarına, o tarihlerde, onlardan gözlüğünü korumaya çalışan Nuri Gürgür arkadaşım da şahadet eder zannederim). İşte bizim bu çocuklar, sabahları saat 9 sularında apartmanın bahçe duvarında beklemeye başlarlar; niçin beklediklerini soranlara da, “Dündar Amca gelecek, bize lolipop alacak” derlerdi. Bütün çocukları çok seven Dündar Abi, çoğu zaman yalnız, bazen de Türkeş Bey ile evin önünden geçerken, bu sabah müşterilerinin elinden tutarak mahalle bakkalından şeker alırdı. Bu komşuluğun nimetlerinden istifade eden biz de hem Antep, hem de Halep mutfağının şaheserlerini yaratan ve doyan misafirlerine zorla yemek yediren Asuman Ablamızın nefis sofralarına sık sık kurulurduk.
Merhum Türkeş’in genel başkanı olduğu Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisinin 1969 yılında Adana’da yapılacak kongresinde partinin isim ve ambleminin değişmesi, gündem maddesiydi. Adının Milliyetçi Hareket olmasında mutabakat vardı; sembolünün ne olacağı konusunda ise iki görüş ileri sürülüyordu. Bozkurt ve Üç Hilâl... Bozkurtçuluk ve Üç Hilâlcilik gibi hafif bir ayrışma oldu. Biz de Bozkurtçu bir yapıdan geliyorduk. Fakat Dündar Abi, o keskin mantığı ile bir ço¬ğumuzu ikna etti, dediği şuydu: “Bozkurtu çizmek için iyi ressam olmak gerekir; çizmeye kalkan da köpeğe benzetir. Ama her zaman için 3 C yapmak kolaydır". Hakikaten de öyle oldu, dağa taşa hep Üç Hilâl çizildi. Bozkurt da Gençlik Kollarının amblemi oldu. Adana İl Başkanımız Faruk Akkülah’ın (rahmetli) büyük fedakârlıklarla hazırladığı kongre münasebetiyle, önce şehirde, Türkeş’in de katıldığı büyük bir yürüyüş yapıldı. Akşam otelde, Dündar Abi ile birlikte bize ayrılan odada kaldık. Adana’nın yapışkan sıcağı bir çoğunuzun malûmudur. Klima yok, pencere açılınca sivrisinek or-dusunun taarruzuna uğruyorsunuz; Dündar Abi, şiş-manlığın da etkisi ile sabaha kadar terledi, çarşafı su gibi ıslandı, hiç uyuyamadığı hâlde, ertesi günkü kongrede, dipdiri idi. İkinci günün akşamında, oteli terk ederek, eşimi misafir eden Faruk Akkülah’ların evine iltica ettim. Ama, sivrisinek ordusunun taarruzundan yine de kurtulamadım.
Bu kongrede, Genel İdare Kuruluna seçilen en genç üye Sadi Somuncuoğlu (29) ve bendeniz idik (30). Ankara’da, Başkanlık Divanı seçimlerini yapmak üzere toplanan Genel İdare Kuruluna katılmadan önce ikimiz, Türkeş Beye gittik. “Biz istifa edelim, yine gençlik kolları ile ilgilenelim, yerimize yedek olarak seçilen ve bu göreve daha lâyık olan arkadaşlar gelsin” dedik. Türkeş, "Hele bir toplantıya katılın bakalım” dedi. Toplantıda, bazı üyelerin yaptığı konuşmaları dinleyince, kendimize iftira ettiğimiz kanaati hâsıl oldu. Yapılan oylamada, Dündar Abi Genel Başkan Yardımcısı, bendeniz de Genel Muhasip Yardımcısı olduk. Parti öyle bir dönemdeydi ki, Yenişehir Yüksel Caddesindeki 3 katlı binada parasızlıktan çoğu zaman kaloriferleri yeterince yakamıyorduk, genel başkan çok soğuk havalarda palto ile oturuyordu. Malî sorumluluk üzerimdeydi. Bu zor dönemde, bir yandan teşkilâta ödemeli olarak bayrak, rozet vs. gönderiyor, diğer yandan da hem yakın çevremize, hem de Genel İdare Kurulu üyelerine salma salıp ayda 100 TL. para toplu¬yor, bunları da sağlama bağlamak için, yıllık miktarları karşılığında bono imzalattırarak, partinin giderlerini karşılamaya çalışıyordum. Benim ısrarcı tavırlarımı Dündar Abi, kendine özgü üslûbu ile şöyle yorumluyordu: “Biz insanlara bakınca: bıı Sadi Bey, bu Vehbi Bey, bu Kamil Bey diye görürüz. İbrahim bakınca: Bu 600 lira, bu 1000 lira, bu 1200 lira olarak göriir”. Genel İdare Kurulu toplantılarında bazı arkadaşlarımız zaman zaman saptan, samandan bahseden uzun nutuklar irat ederlerdi. Türkeş Bey, başkan sıfatı ile bunları mecburen dinlerken, uzun toplantı masasının öteki ucundaki kuytu bir yerde Dündar Taşer, Kamil Koç ve Prof. Sadrettin Tosbi, fısıltı hâlinde kaynatırlar ve can sıkıntılarını böylece gidermeye çalışırlardı. Bazen de Dündar Bey, önündeki kâğıtlara bu konuşmacıların ağzından şiirler yazar, onlara hicivleri ile yine kendisi cevap verirdi. Süleyman Sürmen (rahmetli) bunlardan en çok hissedar olanlardandı. Toplantı sonunda bu kâğıtlara çoğunlukla ben el koyardım (Hem bu hicviyeler, hem de elyazısını havi yazıları, diğer dokümanlar gibi, 12 Eylül depreminde, el konulan iade gazete ve arşiv depomuzundan 7 Reo’ya doldurulup SEKA’ya satıldığından maalesef bu kıymetli dokümanları kaybetmiş olduk).
İlk sayıda Dündar Abi Biz Kimiz başlığı altında, milletimizi çok güzel tarif eden nefis bir yazı yazdı: "Biz, dünyanın en büyük imparatorluklarını kurmuş ve hâkimiyetini, eski dünyanın bilinen her köşesinde yürütmüş bir milletiz...” diye başlıyor; Üçüncü Dünyacıların o güne kadar kabul görmüş olan ve geri kalmış milletlerin öncüsü olduğumuzu iddia eden yarı aydın batılını; “Ne geri kalmış milletlerin birisi, ne de kurtuluş savaşı yapan kavimlerin birincisiyiz. İstiklâlini son elli yıl içerisinde bizden almış, 19 ülkenin efendisi idik.” diyerek, yıkıyordu.
Aşağı yukarı 10 cm enindeki, matbaacı tabiriyle 20 katratlık bir sutünla yazılarına başladı. Okuyucu, önceden pek yazarlık tecrübesi olmayan Dündar Taşer’in, Mesele başlığı altında yayımladığımız yazılarının, tiryakisi oldu. Başlangıçta bir buçuk sayfa olarak müsveddesini yazmasını söylediğimiz yazıları, biraz daha arttırmasını rica etmeye başladık. Değişik bir üslûpla çok güzel yazılar yazıyordu. Bir gün bana sitem ederek dedi ki: “İbrahim, sen beni kandırdın: az bir yazı ile başlatıp, sonra yavaş yavaş çoğaltarak biitiin bir arka sayfayı yazmaya beni nıecbıır ettin”. Dündar Abinin, nefis mizahî yazıları da vardı. Biz onları Devlet’te Hüseyin Sabahattin mahlâsıyla neşrederdik. Bu yazılar¬dan bir kısmı, masal üslûbu ile başlayan ve günün konu ve siyasî şahsiyetlerini hicveden yazılardı. İ. İnönü’nün Sarı Paşaya (Atatürk) çektirdikleri ile Kara Paşayı (Karabekir) bertaraf edişi ve Çakmak Paşaya et¬tiklerini anlatan nefis yazısının dışında; günün Başba¬kanı Süleyman Demirel, bu hiciv oklarından en çok na- siplenenlerdendi. “Kıssa-i Sııkki Sertaıı, Yahut Der Hazreti Giileyman” bunlardan birisidir. Dündar Abi, ülke sorunlarında, bırakınız geçsinler, bırakınız yapsın¬lar prensibini uygulayan devrin başbakanı konusunda, o kadar çok yazı yazıyordu ki, zaman zaman münase-betsizlik edip, "Abi, bıktık artık Demirci’den başka konularda yazın” diyordum. S. Demirel’i bakın nasıl tarif ederdi: “Memleket yanıyor, yangını söndürmek için musluğu açıyorsun, su akmıyor... S. Demirel, musluğu tıkayan bir mantar parçasıdır. Çok mu önemli? Değil... Çok mu değerli? Değil, ama musluğun akışını önlediğinden yangın söndürülemiyor". Ben 12 Eylülde Zin- cirbozan’da mecburî ikamete tâbi tutulan S. Demirel'in, -çıktıktan sonra verdiği çeşitli beyanatlarını incelediğimde- Töre-Devlet Yayınevinde neşrettiğimiz Mesele kitabını tekraren okuduğu ve Taşer’in samimî tenkitlerinden istifade ettiği gibi bir kanaate sahip oldum.
Arada bir de, uydurma Türkçeciliği hicveder rubaî yerine; dörtlengeç yazardı. 1971 yılının 4 Ocağındaki 91. sayıda da Arif Nihat Asya’nın yazmış olduğu Köroğlu rubaisine bir nazire yazmıştı. Biz her ne kadar, Arif Hocaya ayıp olur demişsek de niçin ayıp olsun dedi. Rubaî şöyle:
KÖROĞLU
Öldü zannetmeyin: “Köroğlu” denen yiğit
Yaşar hâlâ!
Yola çıkmış, sürüp beyaz atını...
O at koşar hâlâ!
A. Nihat ASYA
VE SEYİSİ
Lâkin bir seyis var, bırakmış ipi
Bakıp şaşar hâlâ!
Bu belâyı yok sayıp Arif Hoca
Kükrer coşar hâlâ!
Hüseyin SABAHATTİN
Kızı Yasemin ile yapılan bir röportajda en çok nereye giderdi diye sormuşlar; o da “Devlet gazetesine giderdi, orada sohbetler ederdi” demiş. Gerçekten de Devlet, Dündar Abinin hem sohbet, hem de hareketin stratejisini hazırlandığı yerdi. Özellikle 12 Mart 1971 Muhtırasının verildiği günlerde Meşrutiyet Caddesinde kurmuş olduğumuz KÜBİTEM’in (Kültür Bilim Teknik Merkezi Derneği) Türk milletine çok büyük hizmetleri olmuştu. Ve o faaaliyetler sonucu, basının ve sol çevrelerin yanlış takdim ettiği ülke meseleleri ve cereyan eden olayların gerçek yüzü, yetkili çevrelere anlatılabilmiş ve Cumhurbaşkanımız merhum Cevdet Sunay “Ülkücü gençler, komünizmle mücadele eden vatansever gençlerdir.” beyanatını vermişti.
Devlet gazetesi kapatılmasın diye, Sıkıyönetim Komutanlığının yetki hudutlarının dışına, -hile-i şerri- ye ile- Tevfik Fikret Kılıçkaya’nın (merhum) Konya’daki avukat yazıhanesini adres göstererek çıkarmıştık... Kılıçkaya, basılmadan önce hiç görmediği yazıla¬rın, mesul yazı işleri müdürü idi. Bizim veya sevgili Osman Çakır’ın gözünden kaçan herhangi bir yazı için Konya Savcılığı, onu hesaba çekmeye çalışır, o da tebligatı getiren memura “Paşa yine suç mu işlemişiz? İşlemişindir Paşa... Haydi oğlum ağabeyine bir fırın kebabı söyle...” der ve bu usullerle, basın suçlarında 6 ay olan müruru zamanı geçirirdi. Genellikle, MSP’Iİ Adalet Bakanı Şevket Kazan, Abdürrahim Karakoç arkadaşımızın kendilerini hedef alan şiirlerine çok takardı... Ama gazete fiilen KÜBİTEM ile aynı yerde idi. Bir gün, rotatif gibi çalışan teksir makinesi sebebiyle, komşuların şikâyeti üzerine Sıkıyönetimce basıldı. O sırada orada bulunan, Dündar Taşer, Sadi Somuncuoğlu ve diğer arkadaşlarımız komutanlığa götürülüp sonradan serbest bırakıldılar. Bu baskın Devlet’in matbaaya verileceği güne rastladığından, çıkan o sayıda, baş¬lık klişesi dahil hiçbir yazarın sütun klişeleri yoktur. Bazen öğle yemeklerinde, gazetede umumî neşriyat müdürü olarak görev yapan Mehmet Nedim Budak arkadaşımızın pişirmiş olduğu ve eşlerimizin bile imrendiği, nefis bulgur pilâvı olurdu (Galip Erdem’in yamaklığı mertebesine de yükselen, Kırşehir ve Ankara Milletvekilliği de yapmış olan bu çok değerli ülküdaşımızı maalesef geçen ay genç yaşta kaybettik. Allah rahmet eylesin. Adını Devlet koyduğu oğluna ve kızı Gökçen’e uzun ömür versin). Dündar Abi, pilâvı yerken bir yandan, alnında tomurcuklanan teri mendille siler, diğer taraftan da: “Oğlum Budak bu pilâvı ya çok acı yapma, yahut da çok sıcak yapma.” derdi. Budak da “Abi böyle yapınca ancak yetiyor." cevabını verir; gerçekten de, 10 kişilik mevcuda göre başladığı pilâv pişinceye kadar, yeni gelen misafirlerle mevcut 20’yi aştığından, çok ekmek yedirme taktiği uygulardı.
Ve orada bir çevre, bir ekip teşekkül etti. Çevre ve ekip derken, bu arada şunu da ifade etmek isterim; biz genellikle bir ekole mensup olarak yetiştik. 1957- 58’lerde Ankara'da Türk Ocağı’nın Gençlik Kollarını kurduk ve orada yetiştik. Diğer bir kısım arkadaşlarımız da başka derneklerde yetiştiler. Yani hepimizin bir ekolü vardı. Bu sebeple olaylar karşısında ayrı ayrı yerlerde de olsak, meselelere aynı tarzda yorum getiririz. Ben bir ekole mensup olmadan, olaylara bizim gibi yorum getiren, aynı şekilde düşünen iki insana rastladım: Bunlardan birisi, rahmetli Gün Sazak diğeri de, rahmetli Dündar Taşer’dir. Bunlar kendi kendilerini yetiştiren, kendi düşünceleri ile doğruyu bulan insanlar. Bu insanlarla, hiç bir ihtilâfımız olmadı. Dündar Abi, çok değişik düşünceler ortaya sürer; en zor bir meseleye, en kötü meseleye, o kadar iyi bir açı bulur, ordan bakardı ki etrafını kuşatan bizler, zaman zaman kendisiyle tartışırdık. Herhangi bir konuyu âdeta amuda kaldırır, keskin zekâsı ve kaabiliyeti ile sizi ikna ederdi. Müsaadenize sığınarak, bugüne kadar hiç kimsenin izah etmediği tarzda bir meseleye bakışını size nakletmek istiyorum:
“Herkes Atatürkçü geçinir de kimse Atatürk’ün yaptıklarının özünü, fikir ve emelini düşünmez. İnkılâplar elden gidiyor diye feryat koparanların çoğu, inkılâpları say desen sınıfta kalır. Bunları niye yaptı diye sorarsan sayanlar da sıfır alabilir.
Atatürk, tanzimat fikrinin hakim olduğu bir siyaset, edebiyat ve kültür devresinde yetişmiş ve o tutumdan kurtulmak için çaba ve emek sarfetmiş bir asker-devlet adamıdır. Neydi tanzimat düşüncesi? AvrupalIlara hoş görünmek, onların takdirini kazanmak; Tanzimat Fermanı, meşrutiyet ilânı vs. hep bu maksatladır.
Moltke mektuplarında diyor ki “Hüsrev Paşa ecnebi ziyaretçileriyle bir kadeh şampanya içmeye can atardı, aslında paşa şarabı sevmezdi. Su içmeyi tercih ederdi. Fakat ecnebilerin kendisi hakkında batıl fikirlere elıemniyet vermez diye düşünmelerin ister, ilerici görünmek için içerdi”.
O devir hep, ''Avrupa'da elesinler ki’’ diye yapılmış garabetler yekûnundan ibarettir. Fransız müşahitler, İngiliz müşavirler, Belçikalı müfettişler çağrılır; devle¬tin karnı yarılıp onlara baktırılırdı. İki adam Avrupa’ya kaçak gider, 8 satırlık bir gazetede, 5 kelimelik bir makale yazardı. Artık bütün devlet erkanı onlarla meşgul olur, adamlara maaş bağlanır, makamlar verilir, rütbeler takılırdı. Bu işin bir siirii de esnafı türemişti. Avrupalı karşısında o derece sersemlemiştik ki, Almaya’ dan damızlık kız ve erkek getirerek ırkımızı islalı etmeyi düşünen bir Abdullah Cevdet’ e fikir adamı gözüyle bakılmış Teodor Herzl’in maaşa bağladığı bu adam; ilerici, hürriyetçi, vatansever olarak ders kitaplarına girmiştir.
Türkiye’de bu hâle düşen yalnız aydınlardı ve Türk milletinin kitlesiyle aydını arasındaki bağ o tarihte ve bu tutum yüzünden kopmuştu.
İşte Atatürk bu düşünceyi silmek, bu aşağılık kompleksini sökmek istemiştir. Kıyafet, harf gibi dış unsurları bir hamlede icra edip zahirî farkı kaldırmak, aydınının ruhundaki imrenme ve özenme kompleksini gidermek istemiştir.
Asıl emeli, ideali kendi tabiri ile “gaye-i hayali” kendine güvenen, kimseye imrenmeyen şahsiyetli aydınların yetişmesi, kendi ülkelerinde eziyet çekse bile yabancıdan yardım dilenmeyen haysiyetli bir neslin gelişmesi idi. Kendi kendine ve kendisi için var olan bir cemiyet ve bir devlet hâline gelmemizdi. İç uzlaşmalar, işbirlikleri hep bu özü taşımıştır. Meselemize hiç kimseyi karıştırmamak ilkesi, Atatürkçülüğün özü ve esası idi...”
Bu yazıyı, 21 Haziran 1971 tarihindeki Devlet gazetesinin 116. sayısında yazmıştır. Buradaki teşhise bakın. Atatürk’ün yaptığı inkılâpların izahına bakın. Şimdiye kadar hiç böyle bir izah gördünüz mü? Ben görmedim ve böyle bir izah da okumadım. Dündar Abi, böyle bir çok konuyu âdeta amuda kalkmış şekline getirir, keskin zekâsı ve ikna kabiliyetiyle öyle bir izah ederdi ki, şaşırıp kalır, itiraz edemezdiniz. Bu yazısını, günümüzde de önemini koruyan şu paragrafla tamalıyor: “Türk milleti ve Türk vatanı için yararlı iş yaptığımıza kani olmak, bize yemelidir. Şu veya bu AvrupalInın takdiri de tenkidi de bizi ilgilendirmez".
Dündar Taşer ile ilgili hatıralarımızdan bir kısmını boğazımda düğümlenen yutkunmalarla birlikte siz okuyucularla paylaşmaya çalıştım. Onu bir nebze bile anlatabildiğim kanaatinde değilim. Gelin isterseniz çok uzun sürecek olan bu hatıra ve izahlarımızı bırakıp, sözü bir çoğu Tanrı’nm rahmetine kavuşmuş olan Türk aydınlarına bırakıp, onların Dündar Taşer’i nasıl değerlendirdiklerine bakalım:
Alparslan TÜRKEŞ:
“... Daha uzun yıllar omuz omuza çalışacağımıza, ülkümüzün bayrağını birlikte taşıyıp zafer gönderine çekeceğimize inanmıştık, olmadı. Ne yapabiliriz? Takdiri İlâhî.
Aziz Taşer, ömrünce, Türk milletini sevmenin, büyüklüğüne inanmanın sırrına ermiş, hayatının gayesini milletine hizmette görmüş, dünya hırslarına iltifat et¬memiş, hiçbir mevkinin cazibesine kapılmamış, tam bir Türk milliyetçisi olarak yaşamıştın.
Zekânın parlaklığı, sevginin sonsuzluğu, kültürünün zenginliği kadar, yüreğin de büyüktü. Talihsiz bir dönemde nankör bir dünyada, milletini en çok sevenlerin horlandığı bir idrak yokluğu içinde yaşamak, kalbini kemiren bir dertti. Yine de dayanıklı idin. Ama kader, nankörlüklerin, anlayışsızlıkların çökertemediği mukavemetini bir arabanın çarpmasıyla yıktı. Biz de yıkıldık...”
Gün SAZAK:
“... Dündar Taşer emsaline nazaran mümtaz bir yaradılışdaydı. Türk milletine faydası olmayacak politikanın, düşüncenin veya yazının adamı değildi. Her davranışının temelinde ve hedefinde mensup olduğu yüce milletinin menfaati bulunurdu. Türk milliyetçiliği anlayışını hiçbir zaman sulandırmamış, sağlam fikrî yapısı, faydalı bilgi hâzinesi ve kuvvetli muhakemesi ile günün moda ve esen rüzgârlarının tesirinde kalmamıştır; hakikatleri ortaya koyarken, Türk milletine faydası ile birlikte mütalâa etmişti, mükemmel bir devlet adamının örneğini, getireceğimiz millî devlet içinde sunacaktı...”
Galip ERDEM:
“... Türk milletini, dünya sahnesine çıktığımız günden itibaren kesintisiz bir bütün olarak görmüş, meziyetleri ve kusurları ile zaferler ve mağlûbiyetleriyle öylece sevmiştir. Hayır, olmadı; noksan söyledim: Kusurlarımızda bile meziyet aramıştır, mağlûbiyetlerimizde gelecek zaferlerin işaretlerini görmüştür...
... Dündar Ağabeyimiz, büyük yürekli bir insandı. Millet düşmanları ve kötü siyaset ahlâksızları bir tarafa, hemen herkesi severdi. Uzak yakın cümle dostları¬nın hayran kaldığı zengin bir iç dünyası vardı.”
Erol GÜNGÖR:
Bir âlimin dikkati ve titizliği ile bir sanatkârın zerafetini, bir velinin ıstırabını kendine saklayıp sevgi ve şefkati başkalarına sunan diğerkâmlılığını, bir Türk köylüsünün karşısındakini küçülten tevazu ve mahcubiyetini, bir Osmanlı paşasının vakar ve azametini şah-sında toplayabilmek için mutlaka yukarılarda bir kay-naktan ilham alıyor olmalı, çünkü bu vasıfları bir araya getirmek her fâniye nasip olacak gibi değil...
... Fazileti kıskanan biri olsaydım, bu adamdan nefret etmem için her türlü sebep mevcuttu... Taşer, bizim milletimizin dün yaşadığı gerçeği, bugün de gördüğü büyük rüyayı temsil ediyordu. Bu yüzden onu dinlerken, onunla bir arada bulunurken, kendimizi birdenbire büyümüş hissediyorduk; üzerimizde yüzyılın biriktirdiği pis ağırlıktan eser kalmıyor, kaybolan şahsiyetimize yeniden kavuşuyorduk...”
Prof. Dr. Cengiz ULUÇAY:
“O, akıllı ve gerçek bir Türk milliyetçisi idi. Büyük Atatürk’ün Gençliğe Hitabesine uyarak Türkiye Cum- huriyeti’ni ve Devleti’ni yıkmak isteyenlere karşı cephe almış ve mücadele etmiştir. Bu, her Türk insanına düşen ve en başta gelen kutsal bir vazifedir...”
Cemil MERİÇ:
“... Ecdadımızı inkâr ediyoruz, ecdadımızı, yani Osmanlıyı. Biricik düşmanımız: Türk-İslâm medeniyeti. Sesimi Taşer’in sesiyle gürleştirerek haykırıyorum: Tarihte tek mucize vardır: Osmanlı mucizesi. Türk kanıyla İslâm dininin kaynaşmasından doğan bir mucize...”
Osman Yüksel SERDENGEÇTİ:
"... Dündar kelimenin tam manasıyla zeki adamdı. Konuşmaya başladığı zaman, tadına doyulmazdı. Her- şeyi açardı, seçerdi... Konuşurken kendinden geçerdi. Konuşması zekânın terlemesiydi. Herkes gibi konuşmazdı. Kimsenin görmediği, bilmediği şeyleri bulur çıkarırdı. Yahut hepimizin bildiği, üzerinde kat’î hüküm verdiğimiz nesneleri, fikirleri, kanaatleri yeniden öyle alışı, anlayışı ve anlatışı vardı ki, tutulur kalırdı¬nız... Türk milletini iyi anlamıştı. İyi anladığı için onun meselelerini iyi tahlil ederdi. Herkesin 2x2=4 gibi bildiği şeyleri yeniden ele alır, tarihî mantıklı ölçülere vurarak tahliller yapar, sağlam neticelere varırdı... Konuşmaları namluda bekleyen kurşun gibiydi. Bu kurşunun fazla beklemeye de tahammülü yoktu...”
Recep DOKSAT:
“... Dündar Taşer’siz bir dünya, Dündar Beysiz bir Türkiye?.. İnanamıyorum, tasavvur da edemiyorum ama kaskatı bir realite, acı bir gerçek. Nasıl tahammül edebiliyor insan, dostlar, yakınlar birer birer göçtükçe? Edebiliyor çünkü ruhumuzun derinlikleri için mesafe, zaman yok, ayrılık yok. Her an irtibattayız. Ve vademiz hulûl edince, ötede aynı şartlarda buluşacağımızı biliyor ruhumuz...”
Nuri GÜRGÜR:
“... Dündar Taşer’in gerek siyasî hareketin vücut bulmasında ve gelişmesinde, gerekse ülkücü gençliğin ve milliyetçi münevverin çeşitli isimler altında teşki-lâtlanmasında çok önemli tesirleri oldu. Çünkü o klâsik bir politikacı değildi, öncelikle çok güçlü bir kişiliğe sahipti. Muhatabı ister sıradan bir halk adamı, tarladaki çiftçi, işyerindeki işçi yahut köylü olsun, isterse en yüksek seviyede bilim adamı; Taşer ile konuşup da etkisi altında kalmaması, saygı duymaması mümkün değildi... Hatta abartmadan ifade edebilirim ki Dündar Taşer tarihin derinliklerinden 20. yüzyıla intikal etmiş bir Alp Eren’di...”
Emine IŞINSU:
“... Yalnız hatıralar, ölüm serinliğinin hiç değeme- yeceği hatıralar var dolaştığım her yerde, arkadaşların sözlerinde, kelimelerde... İşte bu yüzden; zaman zaman duyup da manasını hiç hissetmediğim bir söz, “O ölmedi yaşıyor” sözünün şuuruna erdim. Evet o ölmedi yaşıyor, hem de onu dinlerken, izlerken sık sık düşündüğüm gibi, sanki:
“Baş Eğmeziz edaniye dünya-yi dun için
Allahadır tevekkülümüz i’timadımız” diyerek.
Nevzat KÖSOĞLU:
"... Olayları tarih içindeki yerleri ile birlikte kavrardı. Olayı, tarihî boyutu ile değerlendirmesi, konuşmalarına beklenmedik bir derinlik ve çekicilik kazandırırdı. Öyle ki, günlük olaylardan, insanlara kadar söz konusu ettiği her şey, sanki üç buutlu bir canlılığa geçerdi. Bu yüzden sohbetleri ayrıca etkili olurdu... Türk’e düşmanlık duymayan herkes, Dündar Beyin Osmanlı sohbetinden kalkarken, tazelenmiş olarak, milletine ve kendisine imanını yenilemiş olarak kalkar, ayağını yere daha bir sağlam basarak ve daha dik yürüdü. İşte Dündar Beyin, insanlara kazandırdığı bu idi...”
Zeki SOFUOĞLU:
"... Dündar Taşer, bugünün Türkiye’sinde çok aranan, çok ihtiyaç duyulan bir aydın kişi idi. O, yurdu¬nun, milletinin tarihini pek iyi bilirdi... Taşer’in millet ve yurt çıkarlarında ne aldanmasına, ne de aldatılmasına imkân vardı.
————————————————————————
ALLAH’TAN ÖLENLERE RAHMET
KALANLARA
SAĞLIKLI ÖMÜRLER DİLİYORUZ…
Rahmetli büyüğümüz
Dündar TAŞER’i anarken
Yine
Rahmetli Ağbimiz İbrahim METİN’in
Bir çok rahmetlinin konu edildiği
Bilgi dolu yazısını okumak lazım,
GEÇMİŞİ BİLMEK GELECEĞE DAHA SAĞLIKLI
BAKMAMIZA YARDIMCI OLUR..