İSTANBUL SÖZLEŞMESİ YAŞATIR!

Çocuk yaşta evlilikleri, nafaka hakkının sınırlandırılmasını kimler savunuyor?

İSTANBUL SÖZLEŞMESİ YAŞATIR!

Dünya Ekonomik Forumu’nun 2020 Cinsiyet Eşitliği Raporu’na göre; kadınların ekonomiye katılımı, fırsat eşitliği, eğitim olanaklarından yararlanma, kadın cinayetleri, siyasi katılım oranları da dikkate alınarak yapılan araştırma sonucunda, Türkiye 153 ülke arasında 130. sırada.

OECD Raporu’na göre, 2017 rakamları dikkate alındığında kadınların işgücüne katılım oranı, üye ülkeler arasında % 33.6 ile en düşük olduğu ülke Türkiye. 1990’da bu oran 34.2 idi.

OECD’nin 2019 Tek Bakışta Toplum araştırmasına göre, örgütün 36 üyesi arasında eşinden fiziksel veya duygusal şiddet gören kadın oranının en yüksek olduğu ülke %38 ile Türkiye.

Uluslararası araştırma şirketi Gallup’un, gece yalnız yürürken kendini güvende hissetmeyen kadın oranı araştırmasında, Türkiye kısmında bu oran %43.

Türkiye İstatistik Kurumuna göre(2019), erkeklerin istihdam oranı %65.6 iken kadınlarda aynı oran %28.9.

DİSK Raporu’na göre(2020), işsiz kadın sayısı 2014’ten 2019’a doğru %52 arttı.

KESK Raporu’na göre(2020), kadınların %59’u iş hayatında mobbinge uğradı. %39’u yasal haklarını kullanırken engellendi. %34’ü kariyer ve yükselmede ayrımcılığa uğradı.

Türkiye Kadın Girişimcilik Endeksi’ne göre(2019), kadın girişimcilerin oranı %8.

TÜİK Kazanç Yapısı Araştırması’na göre(2018), cinsiyete dayalı ücret farkı erkeklerin lehine %7.7.

Bu oranlardan her ne kadar Türkiye için olanları alsam da, Dünyada da durum pek parlak değil. Tıpkı 2019 yılında 474 kadının öldürülüp, 152’sinin de kim tarafından öldürüldüğünün tespit edilemediğini söyleyen Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun araştırmasına baktıktan sonra, Kanada’da her 10 kadından 3’ünün şiddet görmesi, Almanya’da son üç yılda kadına şiddetin %10 artması, sadece 2018’de 114.393 kadının fiziksel şiddete uğraması, Güney Afrika’da her gün 3 kadının öldürülmesi, 2019’da Polonyalı kadınların %20’sinin tecavüz kurbanı olması, yine Polonya’da yılda 65 binden fazla kadının şiddete uğraması, İngiltere’de geçen yıl 119 kadının öldürülmesi, her 6 Belaruslu kadından birinin cinsel şiddet mağduru olması gibi.

Peki dünyada da bunların olması Türkiye’de de olmasını mazur gösterir mi? Elbette ki hayır! İstanbul Sözleşmesi de bu anlamda gereklilikten doğmuştur ve bir fırsattır! Sözleşme tam anlamıyla uygulanırsa bir caydırıcılığının olacağı da kesindir. Çünkü sözleşmenin yöntemlerini kullanan, mesela İspanya toplumsal cinsiyet temelli şiddeti yarı yarıya azaltmıştır.

Çünkü sözleşmenin amacı, kadını her türlü şiddetten ve ayrımcılıktan korumak, önlemek, kovuşturmak ve bunlarla ilgili politikalar üretmektir. Ayrıca aile içi tüm şiddet mağdurlarının da korunması hedeflenir. Kadına karşı şiddetten kasıtları da kadınlara fiziksel, cinsel, psikoloji veya ekonomik zarar ve acı verilmesi sonucunu doğuracak, toplumsal cinsiyete dayalı tüm şiddet eylemleri olarak ifade edilir. Sözleşmede kamu ya da özel alanda ‘’şiddetsiz’’ yaşama hakkı yasal güvence altına alınır. Ayrımcılık yapan yasalar ve uygulamaları da yürürlülükten kaldırılır. Ve bu şiddet mağdurlarının dillerine, dinlerine, ırklarına, siyasi görüşlerine, yönelimlerine, medeni hallerine, engellilik durumlarına, göçmen- mülteci gibi statülerine bakılmaksızın çok geniş kapsamda tüm mağdurların korunması hedeflenir.

Sözleşme her ne kadar aile kavramını zedelediği üstünden eleştirilse de, şiddetin her türüne dayalı hiçbir kavramı, dolayısıyla o tür bir aileyi de kabul etmeyeceği için, bazılarının kafasında kurduğu aile kavramıyla çelişmesi de gayet normaldir. Bu anlamda madde 12’deki, özellikle gençler ve erkekler olmak üzere toplumun tüm bireylerinin, sözleşmedeki her türlü şiddet olaylarının önlenmesine aktif bir biçimde katkıda bulunmasını teşvik etmeye yönelik gerekli tedbirleri alacaktır, söylemiyle bir de erkeklerden destek istenmesi, eleştirenlerin kafalarındaki aile kavramını kökünden yıkmaktadır galiba. Ya da yine aynı maddede kültür, töre, din, gelenek, sözde namus gibi kavramların sözleşme kapsamındaki herhangi bir şiddet eylemine ‘’gerekçe’’ olarak kullanılmamasını taraf ülkelerin temin etmesini istemek midir, bu aile kavramının ortadan kalkmasını sağlayan unsur? Yoksa çocuk evliliklerinin cezalandırılması, sözde ‘’namus’’ adına işlenen suçlar da dahil olmak üzere yapılan suçlar için gerekçelerin kabul edilmemesi mi ? Ya da genel ifadede şiddete maruz kalanlar içinde tanımlanan, Lgbtli bireylere yapılan şiddetin de cezalandırılmasını mı istemek? Hangi madde aile yapımızı bozuyor? Ya da bizim aile yapımız şiddet üstüne mi kurulu da bu kadar kuru gürültü çıkarılıyor?

Bir diğer eleştiri de ‘’toplumsal cinsiyet’’ kavramına… Bu sözleşmeyle bir gecede, erkekseniz kadın, kadınsanız erkek olmayacaksınız merak etmeyin. Sizin cinsiyetiniz değil, cinsiyetinizi kullanarak şiddetin her türüne başvurmanız

engellenmeye çalışılıyor. Aslında bu kavram da madde 3’te gayet açık belirtiliyor. Toplumsal cinsiyet, herhangi bir toplumun kadınlar ve erkekler için uygun olduğunu düşündüğü sosyal anlamda oluşturulmuş roller, davranışlar, faaliyetler ve özellikler olarak anlaşılacaktır, dedikten sonra ‘’Kadınlara karşı toplumsal cinsiyete dayalı şiddet’’ de bir kadına karşı, kadın olduğu için yöneltilen veya kadınları orantısız bir biçimde etkileyen şiddet olarak anlaşılacaktır!

Ve diyelim ki İstanbul Sözleşmesi iptal edildi. Duracak mısınız? Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesinden(CEDAW) çekilmemizi de istemediniz mi? Ya da erkek şiddetinin önlenmesini hedefleyen 6284 sayılı kanunun iptalini kimler istiyor? Çocuk yaşta evlilikleri, nafaka hakkının sınırlandırılmasını kimler savunuyor?

Bu sözleşme sizi düşüncede öldürür ama bizi hayatta yaşatır.

Elif TERZİ