Hocam, “bir dokun bin âh işit kâse-i fağfurdan…” demeyeceğim amma hatırlamadan da geçemedim. Her sene, yazları Silifke’ye gidiyor, oradan yeni bir öykü dosyasıyla dönüyorsunuz. Bu yıl da böyle mi oldu?
Evet öyle oldu. Dediğin gibi, kırkından sonra minik bir yazlığımız oldu. Silifke, Kapızlı’da… Asude, tenha bir şeyr. Oraya gidiyoruz, yüzüyor ve yazıyoruz. Tabi bir de patili dostlarımızla hemhal oluyoruz. Bu sene, onlarca öykü, roman, deneme, biyografiye dönüp baktım, sil baştan başlamak gerek dedim, ‘Sil Baştan’ adıyla bir öykü yazdım. Sonrakiler de bir nevi öyle oldu. Acaba yeniden başlamak mümkün mü? Başlayınca neler olacak, merak ettim.
Ben, sizin için edebiyatımızın yeni ‘Yazı Makinesi’ diyorum. Siz, öykü türünün yaşayan en mühim üstatlarından birisiniz ancak, deneme, inceleme, biyografi gibi birçok türde eserleriniz var. Bu üretim süreçleri sizin için nasıl gelişti ve gelişmeye devam ediyor?
Yahu bana çok yazıyorsun, diyorlar ama aslında az yazıyorum. Dünya ve Türk edebiyatında birkaç örnek biliyorum, hemen her gün iki-üç saat yazarak yaşamlarını geçirmişler. Üçyüze yakın kitap yayımlamışlar. Ben öyle değilim. Yılda iki ya da üç kitap yazıyorum, bazen aylarca hiç yazmıyorum. Tek satır bile… Sonra böyle yağmur gibi geliyor, birkaç haftada bitiyor. Her gün düzenli yazsam sanırım yüzlerce kitap oluşacaktı. Bu yazma meselesine ben, üniversiteye başladığımda giriştim. Ama öncesinde çok istekliydim. Birşeyler karalıyordum. Hadi sana ilk defa söylemiş olayım : Lise birde iken bir roman yazmıştım. Onu sonra kaybettim. Böyle öyküler, öykücükler, hatta senaryolar filan da yazdım. Onları yırttım, bir kısmı yitip gitti. Yayımladıklarımı ilk kez, 1980 kışında yazmağa başladım. O zamandan bugüne devam etti. Ağırlıklı olarak öykü yazdım. Hikayeler, romanlar, anlatılar, senaryolar, deneme kitapları, araştırma-inceleme türünde şeyler. Aa bir çocuk kitapları. Öyküler, masallar filan…
Bi ara şu Doğu klasiklerinden de bir şeyler yayınlamıştınız. Hatta eleştirilmişti.
Evet, öyle bir densizlik de yaptım. İyi niyetle, hani gençler okusun filan. Dede Korkut, Bostan, Gülistan. Ama çeviri değildi, mevcut çevirilerden yenidenyazım idi. Haklı olarak büyüklerimiz eleştirdi, onlardan vazgeçtik.
Benim ve sizi seven birçok insanın belki de en çok sevdiği şey anılarınızı ve yaşanmışlıklarınızı dinlemek. Dönüp geriye baktığınızda ‘biriktirdiğiniz şeyler’ sizin için ne ifade ediyor? Onları yazmayı düşünüyor musunuz?
Yazmayacağım. Bu anı veya günlük meselesi beni hep ürkütüyor. Herşeyi olduğu gibi yazsan olmayacak, insanları kırıp dökeceksin, sırları ifşa edeceksin. Yazmasan anlamı yok. Bir de tabi okur, anılarını, günlüklerini okumağa değer bulacak mı? Yani anı yazacak kadar dolu dolu, yetkin, kalıcı şeyler üretebildin mi? O belki önemli. Ama zaman zaman dost meclislerinde anlatmayı seviyorum. Tabi sansür ederek. Bizde sohbet denilen şey daha etkili, daha sahici, samimi. Geleneği var.
Siz, yazdıklarınızı beğenmiyorsunuz, bu ‘Sil Baştan’ için de geçirli mi?
Tabi insan beğenmemeli, yetinmemeli. Ama ‘Sil Baştan’da yazmadan ölmeyeyim diyebileceğim birkaç öykü var.
Son altı öykü kitabınız benzer kişiler, karakterler, tipler, ne bileyim meczuplar, deliler, evsizler, göçmenler, köpekler, kediler, kirpiler, kuşlarla dolu. Sil baştan’ı okuduğumda serinin yedincisi diye düşündüm. Ne dersiniz?
Haklısın. Son altı kitabımda hep söz ettiğin kişileri, hayvanları, insanları, durumları anlattım. Sanırım bitiremedim. Birkaç kitap daha yazacağım. Yani öyküsünü anlatmadıklarım var. Bir de kaderin karşıma çıkardıkları… Onları yazmayı, anlatmayı çok seviyorum.
Siz, her şeyden öykü çıkarabiliyorsunuz. Hüseyin Su sizin için “Başka bir kalemden çıksa öykü denemeyecek şeyi Sadık öykü formunda yapıp okutur” demişti...
Hüseyin abi haklı. Zeytinburnu’nda söylemişti, evet. Ben her şeyin öyküye konu edilebileceğine, daha doğrusu her şeyin öykü olduğuna inanırım. Öyle görüyorum ya da. Küçürek öyküler de var yine kitapta, kısa kıpkısa öyküler yazmayı da çok seviyorsunuz sanırım… Evet. Ben, öykü yazıp dergilerde yayınlayıp sonra onları sıraya koyarak kitaplaştırmadım hiç. Baştan beri her öykü kitabımı müstakil kitap olarak yazdım. Böyle hepsinin kitap olarak bir macerası oldu bende. ‘Sil Baştan’ da öyle. Silifke’de sabah gün doğmadan uyanıyorum. Kahvaltıdan sonra denize gidiyorum. Birkaç saat yüzüp eve geliyorum. Biraz kestiriyorum. Öğleden sonra eşimle patili dostları ziyaret ediyoruz, onları besliyor, seviyoruz. Akşama doğru eve dönüyoruz. Akşam bilgisayarı açıyorum. Ne yazacağıma o an karar veriyorum. Ne geliyor, ne uyanıyorsa yazıyorum. Küçürek öyküler de öyle geliyor. Bu kitapta bir kaç tane var.
Benim favorim, şu cümleler hocam: “Mehmet,” dedim, “annen, en son ne zaman adını kulağına fısıldayarak öptü seni?”, “Annem beni hiç öpmedi abi,” dedi, “beni doğururken ölmüştü.”
Evet, o acı bir öykü.
Bu arada kitapta Sadettin Kaynak ile Karacaoğlan arasındaki diyalog müthiş… Tabi Neyzen Tevfik’in öyküsü, Kieslowski’nin hikâyesi, Nizar Kabbanî’nin öyküsü ve diğerleri de ilginç. Kaynak ve Gölpınarlı’nın öyküleri nasıl doğdu?
Gölpınarlı’nın Hayyam çevirilerini yazın yeniden okumuştum. Onu düşte gördüm. O, aslında bir rüya. Kaynak da öyle. Bir akşam, böyle kanepede içim geçmiş. Düşümde Sadettin Kaynak’ı gördüm. Karacaoğlan’ın İncecikten bir kar yağar diye başlayan koşmasına yaptığı segâh şarkıyı duyuyorum. Meğer bilgisayarda onu dinliyordum, uyuyakalınca eser dönüp dönüp çalmış. Uyanınca o öyküyü yazdım. Kitabın ilk öyküsü o.
“Düğmelerin çözülmesi” meselesi öykünün en ilginç yeri. Sadece onu söylemiş olayım, merak edenler için…
Evet, orada var, Hz. Şeyh-i Ekber, tecellinin cilveyle kökteş olduğunu, cilvenin ise, sözlük anlamının, ‘gerdek gecesi, gelinin duvağını açması’ olduğunu söyler. Hakkın kendini izhar etmesi. Ona gönderme yapıyor.
Maraş olaylarıyla ilgili hikâye ile Dersim’de yaşanan acıların anlatıldığı öyküden de söz etmek istiyorum. İkisi de fena. Okurun canını çok yakıyor. Bunları her kitabınızda yapıyorsunuz. Niye yapıyorsunuz?
Ben canımı yakmayan bir şeyi anlatmakta zorlanıyorum. Canımı yakmışsa da onu yazmadan edemiyorum, ondan kurtulamıyorum. Dersim’le ilgili çok tanıklık okudum. Maraş’a ilişkin hikâye ise, bir kitap fuarı vesilesiyle gittiğimde bir dostumdan dinlemiştim. Olaylarla hiç ilgisi olmayan yaşlı, yoksul bir köylünün başına gelenleri öykülüyor. Spor salonundaki duruşmada, savcıya dönerek, “Yav koskoca adamsın, niye yalan söylüyon, niye dinini yıkıyon!” diye bağırıyor. Bu beni çok etkilemişti. Bir tür yapısöküm yapıyor orada.
O halde önümüzdeki yaz yeni bir öykü dosyası bekliyoruz sizden.
İnşallah diyelim. Kim öle kim kala. Yazın yine kısmet olur Kapızlı’ya gidersem, inşallah…
Hocam çok teşekkür ederim, beni kırmadınız, sağolun.
Ben teşekkür ederim ciğerim.
‘İNSAN NEREYE GİTSE KENDİNİ DE GÖTÜRÜYOR’
Gelelim ‘Sil Baştan’a… Yeniden başlamak, her şeyi çöpe atmak, hafızamızı kaybetmek mümkün mü?
Değil tabii ki. İnsan nereye gitse kendini de götürüyor. Ya demans, alzaymır veya bir tür travmatik bir şey yaşayarak belleğin yitimi olmadıkça imkânsız. Ben, bunu bir tür kurgu, bir fantezi olarak düşündüm. Acıların üstesinden gelmek neredeyse imkânsız. Aslında mümkün ama çok zor. Onları ancak iyiliklerle yok edebiliyoruz. Belki yok edemiyoruz, biraz iyileştirebiliyoruz. Bu son kitaptaki öyküler biraz böyle gelişti. Söylemesi ayıp, gündelik yaşamımı daha dikkatli, daha denetimli geçirmeğe çalışarak, varlığa iyilik yapmağa gayret ederek… Sonra da onları bir başkası yaşamış gibi anlatarak… ‘Sil Baştan’, bismillah deyip her şeye (?) yeniden başlamanın imkânlarını arayan kişiler, karakterler eşliğinde ortaya çıktı. Mesela, ‘Bireyin Dağda Bıraktığı İz’ öyküsü, Prof. Dr. Yalçın Koç hocamızın dağa, dağcılığa, tırmanmaya ilişkin bir cümlesinden yola çıkmıştı, Dr. Timuçin Çevikoğlu’nun, Halepli Ali el-Mevlevî’nin bir kayıp Mevlevî âyin-i şerifini bularak eksik kısımlarını tamamlaması, eseri restore etmesi sürecini öyküledi… Silifke’de yaşadığım olaylar, karşılaştığım insanlar, patili dostlarım, çöp toplayıcıları, meczuplar, bazı Adanalı dostların ironik hikâyeleriyle dolu kitap.