2008 senesiydi. Pera Müzesinde Josef Koudelka’nın bir sergisi vardı.

Bir kareden evrilip bereketlenen çember..

2008 senesiydi. Pera Müzesinde Josef Koudelka’nın bir sergisi vardı.
“Bazen bir fotoğrafın, bir resmin bir filmden daha fazla kıymet ifade ettiğini düşünüyorum. Bir resmin esrarı mühürlü kalır çünkü sedası yoktur. Bir fotoğraf size bir öykü anlatmaz ve bu yüzden de biteviye bir dönüşüm geçirir. Her şey bir yana, bir fotoğrafın ömrü bir filmin ömründen daha uzundur.” *



2008 senesiydi. Pera Müzesinde Josef Koudelka’nın bir sergisi vardı. Özellikle o sergiyi ziyaret için bulunmuyordum orada. Hatta o sergi ziyaretimi benim için özel kılan öylece müzenin önünden geçip giderken denk gelmem ve bu hesapsız rastlantı ile ziyaret etmemdi. Koudelka’nın o pek bilindik fotoğraflarından birisi; fötr şapkalı çingene ve atının fotoğrafının önünde yirmi dakikaya yakın kalmıştım. Akıp giden bir film yoktu. Her karenin kendine has bir öyküsü olduğu muhakkaktı ama gördüğüm o kareden başka, hikâyeye dair zerre kadar bilgim yoktu. Çingene yaşıyor muydu ya da atın akıbeti neydi?




Red Dragon filminde seri katil Francis Dollarhyde’in William Blake’in çizdiği bir tabloyu bir gün müzeye girip yediği gibi ben de fotoğrafı yemeyi düşünmüştüm. Sapık bir saplantı ile değil. Sadece anlamı ileten olası yolları tecrübi olarak tatmak istiyordum. Var mıydı böyle bir şey? Hani sanki bir kruvasanı yercesine iştahla yesem, karşımda sessiz duran fotoğraf, dilimin enzimleri ve midem ve sonra bağırsaklarımda sindirilince mânadan daha fazla pay kapmam mümkün müydü? Yapamadım elbette. Sonra daha çok yaklaşıp koklamaya çalıştım. Kendine has bir kokusu vardı. Fakat…Fakat bu da yetmedi. Çünkü sanatçının deklanşöre bastığı ve negatife kaydettiği o müstesna “an” değildi karşımda duran. Suretin sureti, surun gölgesinin gölgesiydi… Ve o çaresizlik bir zenginliği sunmuştu. Çünkü ne bir seda vardı ne fısıltı. Akıp giden bir silsile ya da ardı sıra 24 kare de yoktu. Tüm anlam o tek karede saklıydı. Onu bir filme çeviren, durgun halden harekete geçiren, kendi üstüne yeni değişikliklerle bitmek bilmeyen bir döngüye dâhil olan insandı. Bakan göz. Diyafram ve enstantaneden sonra tüm emaneti sırtlanan, anlamı kendi sırtından doğuran, siyah beyazı kendi renk tayfındaki mevcut boyalarla boyayan…



“Doğru cevabı satranç olan bir bilmecede geçmeyen tek sözcük hangisidir? Elbette satranç.” **



İşte fotoğraf, edilmeyen kelimelerle sonsuz kelimeleri sunuyordu. Hani bazen karşılıklı sohbet eden iki kişinin dilinden dökülen sözcüklerle bir kitap yazılabilir ya. Ama edilmeyip susulan ve yutulan kelimelerdense on kitap yazılır işte tam öyle bir hal. Aşkını söylemeye kıvranan adamın sancısı. Onu söylemedikçe ilhamdan nasibi kesilmeyen, ama “ohhh be söyledim,” dedikten sonra gelen ülfetle sözleri de azalan…



Bir şeylere hep bize yeni laflar sunsun diye bakıyoruz. Oysa ne güzeldir sadece bakmak, bakmak, bakmak ve sonra mükemmel çembere biraz daha yaklaşmanın verdiği hazla susmak. O hiçbir zaman tamamlanmayacak, yenilip yutulması ve koklanması imkânsız çember. Böylece arzulandıran, ve tutkuyu ayağa düşürmeyen o çember. Bir kareden evrilip bereketlenen çember...

Can Küçükşahin

Mühendis
Resim önizleme