Sait Başer Ropörtajı,
Yosun Edebiyat Dergisi, Ocak/2012
Kıymetli büyüğümüz Sait Başer Beyefendi ile İrfan Yayınevi’nden yeni baskıları yapılan kitaplarını konuştuk. Bütün bir Türk tarih, kültür ve medeniyet hayatında yerini alacak olan bu kıymetli eserlere küçücük bir pencere açmış olduk. Samimi ve güzel bir münevver topluluğunun gayretiyle hayata geçen ve hizmet veren Divan Edebiyatı Vakfı’nda hocamızla sıcak bir sohbet gerçekleştirdik.
İnsan yığınlarını millet yapan şey nedir?
Bu sorunun elbette başka başka birçok cevabı vardır ama bizce en önemlisi, bağrında yetiştirdiği evladının ortaya koyduğu eserlerdir. Çünkü bu eserler etrafında bir medeniyet vücuda gelir ve insanlar kederde-sevinçte ortak olduklarında “millet” olabilirler.
Sait Bey için çok şey söylemek mümkün. Fakat biz bu işi “Dede Korkut ruhlu abide şahsiyet” Mehmed Niyazi Bey’e bıraktık. Kendisinin 15 Mayıs 2006’da Zaman Gazetesi’nde neşredilen ve Sait Başer için yazdığı “Çağdaş Bir Derviş” adlı yazsını Sait Başer Hoca’yı daha yakından tanıyabilmek ve tanıtabilmek için bu sayımızda yayınlıyoruz.
Kitaplarınız, farklı farklı olsa da bütüncül olarak bir tez işliyor mu? İşliyorsa tezinizin esas itibariyle yapısı nedir?
Bizim çalışmalarımızda her ne kadar kitapların kendilerine has konu çerçeveleri bulunsa da daha üst bir noktadan bakıldığı takdirde kitaplar, birbirini tamamlayan kitaplardır. Bir başka söyleyişle birbirini devam ettiren kitaplardır. Ve bu manada da yeni bir yaklaşım getirdiğimizi zannediyorum. Çünkü biz, Türk tarihine ve kültürüne genellikle ideolojik sebeplerle yaklaştık. Ziya Gökalp’in Türk tarihine bakışı başkadır, Yahya Kemal’in bakışı başkadır, Nureddin Topçu’nun bakışı başkadır, Necip Fazıl bir başka türlü bakar. Dolayısıyla kimisi sırf Osmanlı’dan ibaret bir Türk tarihi tasavvuru içindedir, kimisi Osmanlı’yı yok farz eder, kimisi sırf İslam öncesine atıf yapar, kimisi İslam öncesini yok farz eder. Mesela Yahya Kemal’de 1071’den öncesi kalbe’t-tarihtir malum, 1071’den öncesini, tarih öncesi, diye görür Yahya Kemal. E Ziya Gökalp’e göre de İslamiyet’ten sonraki tarih değil, İslamiyet’ten önceki tarih esastır. Topçu’ya göre Anadolu’daki Türklük ve kültürdür, bizim bütün eğilmemiz ve üzerinde durmamız gereken şey. O yüzden Anadoluculuk diye anılır onun görüşleri. Diğer yandan başka bir tarih görüşü var; Anadolu medeniyetleri tezi üzerinden, Halikarnas Balıkçısı’nın öncülüğünü yaptığı. Anadolu’da yaşayan Frigyalıyı, Etileri, Hititleri, İyonyalıları, Rumları, Ermenileri… hepsini harmanlayarak “Anadolu’da bunların karışımı melez bir kültür vardır, burada Türk kültürü diye bir şey yoktur.” tezi işlenir. Halikarnas Balıkçısı’nın tezi üzerinden bakıldığında Anadolu’da Türklük ve İslamiyet değildir esas olan, eski çağ uygarlıklarıdır. Belirleyici olan da odur onlara göre. Böyle de bir şey var. Efendim siyasi gruplara bakarsanız Ülkücülerin bakış açısı bir başka türlüdür, İslamcıların bakış açısı bir başka türlüdür, Marksist sol bir başka türlü bakar, Milliyetçi sol-M. Ali Aybar gibi, Kemal Tahir gibi bazı isimler- bir başka türlü bakar. Yani Türkiye’de, aydınların Türk tarihine dair, tarihin kendi doğal akışı içerisinde ve sebep-sonuç ilişkilerini göre göre, göstere göstere ortaya koydukları yekpare bir Türk tarihi ve o tarihin yarattığı kültür perspektifi yoktur. Devletin resmi tezi ise Avrupa’da ortaya çıkan çağ taksimatı üzerinden bir tarih öğretimi. Ona da bir ilave yaparlar; İnkılap Tarihi-1920 ile 1940 arasındaki o yaklaşık yirmi yıllık inkılaplar- ondan evvelki binlerce yıllık tarihe ve kültüre denk bir biçimde anlatmaya, anlatılmaya, yorumlanmaya, öğretilmeye, ezberletilmeye çalışılır. Bunların her birinde bir sakâlet vardır. Türk kültürünün çağ taksimatıyla hiçbir ilgisi yoktur. Roma’nın 476’da yıkılmış olmasının Avrupa’da ortaya çıkardığı Feodal yapı sınıflaşmasındaki yeni merhale ile Orta Asya Türklüğünün, Göktürklerin, Hunların hiçbir ilgisi yoktur. Hiçbir direkt, endirekt tesiri de olmamıştır. “Bize ne?”dir Eski Çağ’dan, “Bize ne?”dir Avrupa’nın Orta Çağ’ından. Ama resmi müfredatımız tarih eğitimini buna göre yapmaya yıllarca devam etti, hala önemli ölçüde devam ediyor. Ben diyorum ki; Türk tarihi, bunların hiçbiri değildir. Türk tarihi kendi tabii akışı içerisinde başlangıcından itibaren bugüne kadar elbette açık bir kültür olmanın, hareketli bir toplumun diğer kültürlerle temas ede ede bugüne gelen bir toplumun kültürü olmanın özelliklerini de içinde taşır ama bir yandan da bir ana bel kemiği vardır bu kültürün. Ve bir önceki dönemi göz önüne almadan bir sonraki dönemi doğru mütalaa etme şansımız yoktur. Diyorum ki; illa bir taksimata tabi tutulacaksa Türk tarihi; İslamiyet’e kadar-10. yüzyıla’a kadarki Önceki Dönem- 10. Yüzyıldan 14. Yy başı veya 13.yy sonu kadarki dönem- İslamileşme ve Kurumlaşma Dönemi- 13.yy sonundan 16.yy sonuna kadarki dönem, diyebiliriz. Sonra Tanzimat’a kadarki dönem, sonra da Tanzimat’tan bugüne olmak üzere beş ana bölümde mütalaa edilebilir. Bunların bu şekilde tasnif edilmesi, Türk tarihindeki zihniyet dönemlerini ifade etmesi dolayısıyladır. Yoksa siyaseten, askeri bakımdan, kurumlaşma bakımından, kuruduğumuz çeşitli devletlerin siyasi tarihleri bakımından böyle bir bölümlendirmeyi de yapmak mümkün değildir. Onu kendi tabii bütünlüğü içerisinde görmek zorundadır tarihçiler ve kültürle meşgul olan insanlar. Ben Türk tarihinin bütünlüğünü görmek ve göstermek arzusu içindeyim bu eserlerde.
Türklerin Şamanist olduğunu iddia eden tez hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bu da uzunca bir zamandır bizim cemiyetimizin yaralarından biri. Türk çocuklarına atalarının Şamanizm dininden oldukları öğretiliyor. Resmi müfredatla öğretiliyor tarih derslerinde, din derslerinde, Türkçe derslerinde, edebiyat derslerinde. İslam öncesi Türklüğü söz konusu olduğunda Türkçeyse Şamanist dönem edebiyatı, tarihse Şamanist dönem tarihi, dinse Şamanist dönem dini diye öğretiliyor. Bu o kadar köksüz bir iddiadır ki… O kadar gerçekle teması olmayan bir iddiadır ki… Şundan dolayı; bizim elimizdeki hiçbir belgede Şaman kelimesi geçmez. Yani Hunlardan beri elimizde muhtelif belgeler var; kendi belgelerimiz var, destanlarımız var, mezar taşından kitaplara yansımış kaynaklarımız var, komşu toplumların kaynakları var. Bunların hiçbirinde Türklerin şaman adlı bir din adamları bulunduğu ve bu şaman denilen tipin merkezinde yer aldığı bir Şamanizm dini bulunduğu söylenmiyor. Bu 19.yy oryantalistlerinin bize hediye ettikleri bir kavramdır. Ne kadar şükretsek azdır, dinimizin adını bize öğrettikleri için.(gülüşmeler) Şaman kelimesi Türkçe değildir, Şamanizm din değildir. Velev ki öyle bile olsa inanç çağından gelen insanlık gibi Türklerin de bir inanç çağı yaşadığı vakıa. Dolayısıyla bugün övündüğümüz o büyük Türk kültürü, medeniyeti, tarihi, siyaseti söz konusu olduğunda bunu yaratan ana tipin şaman tipi olması lazımdır. Çeşitli bilimsel kongrelerde de soruyorum, yazdım da: Bana Türk tarihinden iki tane şaman ismi söyleyin; belirleyici olmuş, tarihimizi ve kültürümüzü yönlendirmiş, müessese ihdas etmiş iki tane şaman söyleyin. Orada insanların sesi kesiliyor. Böyle bir isim yok, böyle bir örnek yok. Ama konu gene oraya gelince sanki hiç böyle bir yalanlama söz konusu olmamış gibi “Şamanist Türkler…” diye lafa başlıyorlar. Ben “Oryantalizmin Üç Kuşağı” diye bir yazı yazdım-o da çıkan kitaplardan birinde olacak, orda anlattım bir miktar- işin tuhafı şudur: Bu edebiyatı irdelemeden, analiz etmeden benimsemiş olan, yeni kuşaklar arasında hem de milliyetçilik gayretiyle şaman rolüne soyunmuş birtakım nev-zuhur tipler var. Bunların arasında kocaman kocaman unvanlı, kocaman kocaman müesseselerde idarecilik, müdürlük yapan adamlar var. Ben ne yapıyorum, diye dönüp bakmıyor bu insanlar. Bir millete bir, kültüre sözüm ona hizmet ettiklerini sanırken bir milletin yeni kuşaklarındaki kimlik algısına kanser hücresi aşıladıklarının farkında değiller. Çünkü kimlik algısı tarihe bağlıdır. Eğer tarihi siz kendi doğal nitelikleriyle yeni kuşaklara aktarmazsanız kurduğunuz sakat yapı üzerinden bir kimlik kazanır yeni kuşaklar. Ondan sonra realiteyle karşılaştıklarında da abandone olurlar. Nitekim biz kaç tane önemli konuda hazırlıksız yakalanıyoruz durmadan. Resmi söyleme göre doğru zannettiğimiz bir tezin arkasında dururken bir de bakıyoruz ki bize efsane kahramanı gibi gösterilen insanlar birer palyaçoymuş veya birer katilmiş. Ne diyeceğini bilemez hale geliyor ve kendine güvenini kaybediyor Türk gençliği. O bakımdan bu tür saçmalıklara itibar etmek son derece yanlıştır. Eski Türk dini Şamanizm değildir. Şamanizm’in kendisi zaten bir din değildir. Bunu Romen asıllı Fransız araştırmacı Mircea Eliade Şamanizm adlı kitabında çok güzel göstermiştir. Bu konuda bu kadarını söyleyeceğim ama peki Şamanizm değilse nedir? Bu da aslında dikkatle bakan açık bir göz için saklı gizli bir şey değil. Baştan itibaren, Türk tarihinin en başından itibaren bilinen en eski iki Türkçe kelimeden biri Tanrı, biri Kut. Tanrı, Kök Tanrı. Ben onun ne olduğunu bu çıkan kitaplardan birinde anlattım. Bu mutlak anlamda vahdaniyetçi, birlikçi bir Tanrı fikridir. Mutlak anlamda Paganizm’e kaçmayan, adeta semavi karakterli bir dindir. Dinin merkezinde yer alan, bir Tanrı’dır. Tanrı fikrinin; birliği, kudreti, mutlaklığı, sonsuzluğu çok açıktır, nettir. Terimleriyle, tabirleriyle buldum, gösterdim. Kitabı okuyanlar orda görecekler. Peki bu Tanrı fikrinin etrafında bir din olması gerekmez mi? Evet, o da var. Onu da gene çok açık görüyorsunuz. Bütün Türk belgeleri durmadan “Türk Töresi”nden bahsediyor. Hiç gizli saklı bir durum yok. Bilge Kağan kitabelerde defalarca “Türk Töresi”ni ihya etmekten bahsediyor. Kutadgu Bilig Türk Töresi’ni tespit etmek maksadıyla yazılmış. Kutadgu Bilig’de bir 3192. beyit var: “Tanrı kâdir ve âdildir. Töre’nin sahibidir. Onu insanlara o verir.” diyor. Ondan sonra kalkmışız biz, bu Türklerin dini neydi, diye soruyoruz tekrar tekrar. Ya bizde bir anlama problemi var, ya da ecdâd, gelecek kuşakların dilini bir türlü tahmin edememiş, uğrayacağımız bu kültürel saldırının bir anlama felci yaratacağını hesap edememiş. Bizde bir anlama felci var. Töre’nin ne olduğunu da Kutadgu Bilig’i merkeze koyarak “Kutadgu Bilig’de Kut ve Töre” adlı kitapta anlattım. Sonra da bu anlama felcini anlatabilmek için “Toplumsal Aklı” Anlamak diye bir kitap yazdım. O da bu çıkan kitaplardan birisi. Peki nedir bu yapı, diye bu soruya bir cevap aranacak olursa da o yapının ne olduğunu çeşitli vesilelerle ve geniş çaplı makaleler halinde yazdığım yazıları bir araya getirerek “Türk İnanma ve Anlama Modeline Dair” adıyla başka bir kitap yaptım. Peki bütün bunlardan sonra Türklerin Müslüman oluşu hangi maceraya bağlıydı ve ne tür bir muhteva ile Müslüman olundu, sorusu gündeme gelirse onu da Yahya Kemal’i de katarak incelediğim “Yahya Kemal’de Türk Müslümanlığı” adlı kitapta anlattım. Peki bunlardan günümüzde bir netice elde edilir mi; bu fikirler, bu tespitler, bu kültürel bütünlük, bu hikmet geleneği günümüzde ne anlam ifade eder, derseniz bunu da “Düştüğü Yerden Kalkmak” ve “Yitik Yurdun İçinden” adındaki kitaplarda anlattım. Peki bu bilgilerle bir edebiyat zevki oluşturulabilir mi, derseniz onu da “Gül Dibinden Niyaz” adıyla bir mensur şiir kitabı haline getirdiğim yazılarla anlatmaya çalıştım.
Tevhid inancının çok uzağındaki Şamanizm’in etrafında şekillendiği iddia edilen bir toplum olarak Türklerin, savaş meydanında karşılaştığı düşmanlarının dinine, üstelik kitleler halinde girmesi de zaten akla ve mantığa aykırı görünüyor. Bununla ilgili konuşmak ister misiniz?
Bu sorunun cevabını yazdım, kitaplarda var. İrfan Yayınevi; “Her şeyi anlatmışsınız, ben kitabı kime satacağım?” demesin. (gülüşmeler) Türkler Müslümanlığı sekizinci yüzyıldan itibaren kabul etmeye başlar; küçük gruplar, bireysel tercihlerle. Bunun örnekleri var. Fakat topluca kabul Volga Bulgar Hanlığı ile Karahanlılar zamanında oldu ve devlet kararıyla oldu. Devlet; “Müslüman olacağız.” dedi. Bu da tuhaf bir karardır. Dediğiniz gibi özellikle Emeviler döneminde Türgiş Hakanlığı ile Emeviler arasında yapılmış çeşitli kavgalar, mücadeleler var. Kah yenmişiz, kah yenilmişiz filan ama o dönemde böyle bir toplu din değiştirme veya Müslüman olma kararı görmüyoruz. Karahanlılar dönemindeyse -10.yy başı, Abdülkerim Satuk Buğra Han zamanına denk geliyor- resmi bir kararla bütün toplum Müslüman olmaya karar veriyor, Hakanlık kararıyla. Bir Hakan, tebaasının dinini değiştirme yetkisini nerden alır? Bireysel bir tercih olan din konusu, vicdani bir karar olan din konusu nasıl olur da siyasi bir karara konu teşkil eder? Burada bir tuhaflık var. Bu yetkiyi Hakan kimden alır, nerden alır? Bunun meşruiyeti nedir ki toplum, gık, demeden, peki, der? Bunu Sadreddin Konevi ile ilgili bir makalede “Türk İnanma ve Anlama Modeline Dair” adlı kitapta anlattım. Bu tuhaf bir şeydir gerçekten. Bu yetkiyi Hakan, Töre’den alıyor. Çünkü Töre’ye göre “Kut”lu ve “Bilge Kişi”dir Hakan ve toplumun bütün sorumluluğunu taşıdığına toplum inanır. Hakan’ın kararları, bireysel ve tepeden inme kararlar değildir. Hakan, Hakanlık adına Toy denen meclislerde büyük konuları müzakere ediyordu. Bu da müzakere edilmiş bir karardır. Ve Müslüman olurken biz İmam Maturidi dediğimiz Muhammed Mansur Maturidi’nin felsefi açıklaması bağlamında Müslüman olduk. Ki Satuk Buğra Han bu kararı aldığında İmam Maturidi yaşıyordu ve ondan sonra yirmi yıl daha yaşadı. Ve Kitabu’t-Tevhid isimli tefsiriyle fikirlerini ortaya koymuştu. Karahanlılar Maturidilik üzerinden Müslüman olduklarına göre ondan sonra da hep öyle devam etti, Türk Müslümanlığı Maturidi’nin belirlediği itikat, İmam-ı Azam’ın belirlediği fıkıh, Hoca Ahmed Yesevi’nin belirlediği tasavvuf anlayışına dayalı bir Müslümanlık oldu. Ama enteresan bir şey daha tespit ediyoruz: Töre’ye göre bu yetkisini kullandı, bu yetkiyi kullanışı meşru kabul edildi ama eski dini olan Töre’yi terk de etmediler. Çünkü Töre devam etti. Osmanlı’nın son dönemlerine kadar Töre’nin çok önemli kolları işlemeye devam etti. Osmanlılar buna “Kanun-i Kadim” diyorlardı. Töre devam etti. Töre’yi düzgün işleten insanın taşıdığına inanılan Kut kavramı Türk toplumunda yaşamaya devam etti. İşte Kutalmış Oğlu Süleyman Şah, Anadolu Fatihi… “Kutalmış” gibi isimler var. Hala kutlu olsun, kutlucası olsun diye Türkçede Kut kelimesi yaşamaya devam ediyor. Değerini, anlamını Töre’den alan bir Türkçe var. Ve biz bu Türkçeyle Karahanlılar döneminden itibaren Kur’ân tercümeleri yapageldik. Yani Kur’ân’daki kavramları karşılayan bir Türkçe var. Bu, Töre’nin belirlediği anlamlarla yüklenmiş bir Türkçedir. Yani bir tevhid dilidir Türkçe. Ben, dillerin de dini olduğu kanaatindeyim. Türkçe bir tevhid dilidir. Türkçede saklı bir dil vardır, zaten dillerin de inançlarla çok içli dışlı olduğu kesin. Bütün dünya dilleri için bunu söylüyorum ve Türkçe de bunların içindedir ki Türkçe bir Tevhid dilidir. Dolayısıyla Töre Türkçede, Türkçenin varlığında devam ediyor. Yani çok sıradanmış gibi görülen okumak, yazmak, konuşmak, konmak, konuk, konak, düşünmek, inmek, binmek, atlamak… gibi kelimelerde Töre’nin serpintilerini görmek hala mümkündür. İşi bilen bir gözle bakarsanız hala görürsünüz. Yani Türkler Müslüman olurken Töre’nin üzerine bir Müslümanlık kabul ettiler. Töre’ye rağmen, Töre’yi dışlayan bir Müslümanlık olmadı bizim Müslümanlığımız. Yani Müslüman olurken din değiştirmedik. Mevcut inanç sistemimize ve o inanca göre teşekkül etmiş olan kurumlarımıza ve devletimize asla fasıla vermeden devam ettirdik ama üstüne de Müslüman olduk. Bu bir kavramsal örtüşmenin eseridir, anlam örtüşmesinin eseridir, bir ontik algı örtüşmesidir, Türklerin Müslümanlığı kolay kabul etmesinin sebebi.
Türklüğü eksen alan çalışmalar yapıyorsunuz. Sizin Türklüğe bakışınız 19. yüzyıl sonu-20. yüzyıl başındaki soy ideolojilerinden farklılık arz ediyor mu?
Avrupa, özellikle Fransız İhtilali’nden sonra bir ulus-devlet ideolojisine peyderpey angaje oldu. Ve bugün de işte sonları ortada, bunların devletleri var. Alman’ın devleti ayrı, İngiliz’in ayrı, Fransız’ın ayrı, Ulah’ın, Lehin ayrı, İtalyan’ın ayrı, Rum’un ayrı, Bulgar’ın ayrı devleti var. Biz de 20. yüzyılın başında bu sürecin dışında kalamadık, kendi ulus-devletimizi kurduk. Fakat bu ulus kavramı, binlerce yıllık insanlık tarihinde ortaya çıkan geleneklerin, birtakım değerler sistemi üzerinden teşkil ettikleri siyasi kurumlaşmayı reddetmişti. Ve yeni bir ideoloji üzerine oturdu, pozitivizm üzerine oturdu. Pozitivizmin tabii siyasette de uygulanmaya başlanması, bir toplumsal kavram haline gelmesiyle de ulus dediğiniz şey bir değerler sistemi değil, bir biyolojik yapıya indirgenmiş oluyor. Bizdeki Türkçülük cereyanını bu anlamda inceleyecek olursanız zaman zaman tevile imkan verecek birtakım açıklamalar bulmakla beraber, mesela bazı rivayetlerde 1920’li yıllarda insanların kafataslarının kumpaslarla ölçüldüğünün hikayeleri anlatılıyor. Türklerin dolikosefal değil, brakisefal bir ırk oldukları ispatlanmaya çalışılıyor. Fakat bu ispatlanamamıştır. Sokaktaki Türk insanına şöyle bir baktınız mı bunlar kah çekik gözlüdür, kah çatık kaşlıdır, kah esmerdir, kah sarışındır, kah mavi gözlüdür, kah yeşil gözlüdür. Bir ailenin beş tane çocuğu olur; ikisi mavi gözlü, üçü siyah gözlü olur. Burada bir problem olduğu anlaşılıyor. Türklük kavramını bir soy kavramı gibi almaya başladığınız anda tarihin realiteleriyle uyuşturamıyorsunuz. O zaman ne yapacaksınız? Bir kurmaca tarih yaratacak, ideolojinize uygun bir sentrik tarih yaratacak ve onu öğreteceksiniz. Nedir o, Onuncu Yıl Marşı’ndaki söz? “On yılda on beş milyon genç ‘yarattık’ her yaştan.” Yarattık… Devlet, bir millet yaratma peşindedir, bir milletin devleti olma peşinde değildir. Çünkü ileri sürdüğü millet fikri tarihi realiteyle uyumlu değildir. Türklük bir soy adı olarak kullanılmamıştır tarihte. Soy adları bellidir; Bayat, dersin; Avşar, dersin; Kayı, dersin; Üregir, dersin; Kınık, dersin… Bunlar soy adlarıdır, boy adlarıdır. Türk diye bir soy adı yok. Peki, nedir Türk? Kaynaklarda da geçiyor, kitabelerde de geçiyor, öncesinde de geçiyor, sonrasında da geçiyor. Nedir Türk? Gök Tanrı’nın Törütken ismine bağlı olarak türettikleri için koymuş olduğu düzen anlamına gelen, türeyiş düzeni anlamına gelen Töre’ye uyan, Töre ahlakına tabi adam demektir Türk. Bunu görmemezlikten gelerek Türk’ü bir soya indirgediği için Cumhuriyet, bu tabii çok elverişli, kullanışlı bir kavram haline geliyor o takdirde. Batılılaşma siyasetine Batı kültürüne bir soyu adapte ettirirsiniz ama Türklük bir dünya görüşüyse eğer bu politikaları Türklük kavramına dayandıramazsınız. Devlet de bir medeniyet değiştirme projesi olarak inkılaplarını yaptığı için Türklüğün bir soy olmaktan başka çaresi kalmamıştır. Türklük o hale indirgenmiştir. Ama bunun da yarattığı başka bir bela var: Etnik milliyetçilikler. Halbuki Töre’yi bir tevhidci dünya görüşü olarak İslam’la da birleştikten sonraki dönemlerde de bu devam etti, ona uyanlara Türk dediğimiz zaman Boşnak da Arnavut da Gürcü de Abaza da Türk oluyordu. Ama şimdi Türk’ü soy haline getirince bin yıllık Kürt, Türk olmaktan çıktı. Alın hayrını görün. Neye yaradı? Ulus yaratayım derken o büyük dünya görüşü eksenli, aynı ahlakta, aynı değerlerde, aynı kederde, aynı sevinçte buluşmuş o büyük topluluğu adeta birbirine rakip haline getiren bir yapı yarattınız. Alın hayrını görün.
Töre’nin medyadaki anlamlandırılması hakkında ne düşünüyorsunuz? Bunda bir isabet görüyor musunuz?
Türkiye’de medyayı, bu konuda ben peşin hükümlüyüm, kesinlikle iyi niyetli bir yapı olarak görmüyorum. Türkiye’de medya, devletin toplumu dönüştürme projesinin iğrenç bir aletidir. İğrençtir ama. Ha bunu namuslu olarak yapsa yine, başımın üstünde yeri var, diyeceğim. Bir tarafta sözüm ona İslami değerleri savunan Ramazan ilavesi verir, Ramazan ilavesi yaptığı sayfanın arka yüzüne günün güzeli resimlerini basar. Ensest ilişkileri reklam eder. Bunu yapan “amiral gemi” diye tanıtılan bir büyük gazete, bir bakarsınız Genelkurmay’ın emrinde çıkar. Bu medyaya güvenilmez. Bu medyanın yaptığı işte hakikat payı aramak artık akl-ı selim işi değildir. O halde Töre’ye dönük bu karalama kampanyasının kasıtlı bir kampanya olduğunu peşinen söylemek lazımdır. Töre’yi karalamak Türk kimliğinin oradan kaynaklandığının farkına varıldığını ve Türk kimliğinin yeniden inşaa edilmesinin önlenmek istendiğini gösteriyor. Töre; onların dediği gibi, ne cinayet gerekçesidir ne kan davası gerekçesidir ne de kız kaçırma konusudur. Töre; Türk devlet felsefesi, Türk hikmet geleneği, Türk hukuk anlayışı, Türk dünya görüşünün adıdır. Bu kadar geniş ve derin bir sistemi iğrenç bir süfliliğe mahkum ederek toplum gözünde karalamak esas büyük cinayettir.
Türk kültürüne getirdiğiniz yenilikler nelerdir?
Şimdiye kadar söylediklerimin her biri aslında birer katkı. Bir kere tarihe bakıştaki yamukluğu düzeltmemiz lazım. Değerlerimize atfettiğimiz “çağ dışılık” suçlamasını bir kere bir bırakmamız lazım. Geçenlerde bir vesileyle Şeyh Galip konuşması yaptık burada TRT için, siz de buradaydınız… Şeyh Galip’i bugünkü en ileri hermeneutikçilerden veya fenomenologlardan daha aşağı görmek için hiçbir sebebimiz yok. Ecdadımızı kendimizden ahmak zannetmek, bu aleyhte propagandaların sonucunda dumura uğratılmış anlama yeteneği felç edilmiş nesillerin yaklaşımı. Böyle bir şey yok. Ecdadımız cihan devleti insanlarıydılar. Bütün cihanın sorumluluğunu taşıyacak kadar yürekli insanlardı. Bir kere kendimize bakalım, onları suçlamaktan vazgeçelim. Kendimize bir bakalım; kendimizi dev aynasında mı görüyoruz, yoksa başka bir problemimiz mi var? Ben baştan itibaren, yani Tanrı inanışından, Töre fikrinden, Toplumsal Akıl kavramının -Ki bu kavramı Türkiye’ye bir bakıma biz hediye ettik sayılabilir. Yıllar önce “Toplumsal Aklı Anlamak” adıyla o kitabı yayınladığımızda Türkiye bugünkü gibi bir ortak akıl kavramı üzerinde buluşmuş değildi.- böyle bir katkımız olduğunu düşünüyorum. Anayasa Komisyonu’ndaki çalışmalarda CHP Lideri Kılıçdaroğlu; “Ortak akılda buluşmalıyız.” diyor. Yani ortak aklın toplum için farklı görüşler taşıyan cenahlara rağmen bir selamet imkanı taşıdığı fikri bizim “Toplumsal Aklı Anlamak” adlı kitabımızdan sonra pekişmiştir, diye düşünüyorum. Yeni bir şeyler de getirdiğimizi düşünüyorum.
Hocam, eserlerinizin maksadının hasıl olmasını ve hayırlı neticelere ulaşmasını dileyerek bu keyifli sohbet için çok teşekkür ederiz.
Ben de teşekkür ediyorum.