VAROLUŞSAL ANLAMSIZLIK - 1

Kimse bizim yerimize doğamaz ve kimse bizim yerimize ölemez.

VAROLUŞSAL ANLAMSIZLIK - 1

Doç. Dr. Şafak Nakajima

 

Yaşamın özgün bir anlamı var mıdır; yoksa o, doğduktan sonra küçük mutluluklar ve büyük acılarla dolan ve sonu ölümle biten anlamsız bir yolculuk mudur?

 

Bu konularda bize ışık tutacak ilk konuğum, çok uzun yıllar önce değerli bir meslektaşımın armağan ettiği kitapla kendisini tanıdığım, Stanford Üniversitesi profesörlerinden Dr. Irvin D. Yalom olacak.

Yalom şu soruları sorar:

‘’Neden yaşıyoruz?’’

‘’Varoluşumuzun ve hayatın bir anlamı var mı?’’

‘’Her şey ölüyorsa, hiçbir şey kalıcı ve sonsuz değilse, anlamdan söz etmek mümkün müdür?’’

 

Varoluşa dair gözlemlerini, araştırmalarından, klinik deneyimlerinden, felsefe ve edebiyat okumalarından süzdüğü bilgileri, "Existential Psychotherapy" (Varoluşsal Psikoterapi) adlı kitabında toplar.

Yaşam algımı değiştiren kallavi cüsseli bu kitap, bilgisayarımın yanındaki kitap standında duruyor şu an.

Arka kapağına bakıyorum.

Ünlü varoluşsal terapist Rollo May, tavsiye yazısında şunları söylüyor:

‘’Bu mükemmel kitabın varoluşçu psikoterapiyi inceleyenler ve bütün klinikçiler için bir klasik olacağına inanıyorum. Ama onu yalnızca psikiyatrist ve psikologlarla sınırlamak bir hata olur. İnsanların neyi neden yaptığıyla ilgilenen herkes, bu kitabı okumalıdır.’’

 

Yalom bu kitabında, insanlardaki dört temel kaygıdan söz eder:

  • Özgürlük
  • Ölüm
  • Yalnızlık 
  • Anlamsızlık

Yalom bu kaygıların, adeta birer yeraltı nehri gibi akarak kişiliğimizi, yaşadığımız zihinsel deneyimlerimizi, psikolojik rahatsızlıklarımızı şekillendirdiğini yazar.

Gelin şimdi, bu temel kaygılara sırasıyla yakından bakalım:

 

Olumlu bir kavram olarak hep özlemini duyduğumuz ve tarih boyunca savaşını verdiğimiz özgürlük, nasıl olur da bir kaygı kaynağı olarak nitelenir?

Sınırları belirsiz ve öngörülemez olaylarla dolu bir evrende varolmaya çalışan insanın, sayısız olasılık ve seçenekle karşı karşıya olduğunu fark ettiği, seçim özgürlüğünün getirdiği sorumlulukla karşı karşıya kaldığı anda yaşadığı terördür bu.

Seçim yapma özgürlüğü, kafa karıştırıcıdır.

Seçenek arttıkça, yanlış seçim yapma olasılığımız artar.

Satıcı size üç farklı yüzük gösterdiğinde, seçiminizi daha kolay yaparsınız. Ama gösterilen yüzük sayısı onbeş olduğunda, ne tür bir seçim yapacağınızı bilemez, zorlanırsınız.

‘’O taşlıyı seçseydim keşke; ya da beyaz altın olanı!? Tüh; yanlış mı yaptım bunu almakla?’’

Elbete her seçim, bu kadar basit değildir!

Yalom, yaşamda her tür seçimimizin (elbette varolan nesnel gerçeklikler çerçevesinde) sorumluluğunun bize ait olduğunu söyler.

En acı olaylarda, kendimizi yok etme seçimi de bize aittir, acıdan bilgelik damıtmak da!

Baskı ve zulüme boyun eğmek de bizim seçimimizdir; direnmek ve istediğimizi gerçekleştirmek için gereken bedeli ödemek de!

Her insan, seçimleri yoluyla kendi yaşam senaryosunu yazar, yönetir, oynar ve sahneler.

Bu da, yaşamın sorumuluğunu üstlenmek demektir ki, ağır bir yüktür; az sayıda insan bu yükü sırtlamaya cesaret eder.

Dayatılan değerlere boyun eğmek, değişim riskine girmemek ve doğa üstü güçlere sığınmak daha kolay gelir.

İşte bu nedenle bazı insanlar, önemli kararlar almada zorlandıkları zamanlarda falcılara giderek, belirsizlik kaygısını ve seçim sorumluluğunun yükünü omuzlarından atmaya çalışırlar.

Belirsiz bir evrende, kontrol edilebilir bir yaşam sürmenin imkansızlığı, bizi kolayca endişeye, paniğe ve takıntılara sürükler.

Takıntı, kontrol duygusunu bize tattıran bir savunma mekanızmasıdır.

‘’Annemin ölmesinden çok korkuyorum ve bunu engelleyemem. Ama duvara üç kez dokunursam annem ölmeyecek; onun için dokunmalıyım’’ takıntısının özü işte bu kaygıdır!

 

Ölüm kaygısı ise, bu dört kaygı içinde en kolay anlaşılır olanıdır.

Genetik programının özü yaşamak ve soyunu sürdürmek olan bir canlı için biyolojik hayatın bitişi, aklın alamayacağı bir şeydir.

Ölüm varsa, yaşamın ne anlamı olabilir?

Yalom ölüm kaygısını, yalnızca kendi fiziksel ölümümüzle sınırlamaz.

Ebeveyn ölümü de, bize dehşet verir.

Bizi her şeyden koruyacağına inandığımız ebeveynimiz kendisini koruyamıyorsa, bu koskoca evrende bizi kim koruyup kollayabilir?

Artık savunmasız bir çocuğuzdur!

Ben babamı kaybettiğimde, evli ve iki çocuklu, yoğun çalışan bir doktordum.

Ama aylarca kendimi, lunaparkta kaybolmuş küçücük bir kız çocuğu gibi hissettim.

Babamı kaybettiğimi bir süre kimseye söylemek istemedim.

O varken sırtımı dayadığım koskoca kaya, onun ölümüyle sanki beni hemen yutuverecek dev bir mağaraya dönüşmüştü.

Üzerinden uzun yıllar geçti ve hala o kayanın yoksunluğunu hissediyorum; her defasında gözlerim nemlenerek.

Ebeveynlerimiz ayrıca, mezarla aramızdaki duvardır.

O duvar yıkılır onlar öldüğünde...

Çukur artık bizim için hazırdır, bizi beklemektedir.

Evlat ölümü daha da acıdır. O kayıpta hem evladın hem de kendimizin yasını tutarız.

Evlatlarımız bizi, sonsuz geleceğe taşıyan bir yoldur ve evladın ölümü, o yolun birdenbire uçurumla sonlanması demektir.

Emeklilik, çocukların evden gitmesiyle yaşanan boş yuva sendromu gibi durumlar da, yaşayan bir ‘’gerçeğin’’ ölümü demektir ve bizi varoluşsal anlamsızlık kuyularına düşürebilir.

 

Üçüncü kaygı kaynağı yalnızlık, insanın kendisiyle bir başkası arasında asla kapatılamayacak uçurumun varlığını fark ettiği an ortaya çıkar.

Birini ne kadar çok seversek sevelim, ne kadar yakın olursak olalım, onun özünü bilmemiz imkansızdır.

Onun ne zihinsel ne de bedensel hallerini, olduğu gibi, onun gibi gibi hissedemeyiz!

Görerek, dokunarak, işiterek, tadarak ve koklayarak sadece hissetmeye çalışır, tahmin edebiliriz.

Ne ''O’’ ben olabilir, ne de ben ''O'' olabilirim!

Bu, bizi dünyaya getiren annemizle bile böyledir.

‘’Ben’’ ile dışarıdaki insanlar, canlılar ve dünya arasında, kapatılamaz bir boşluk vardır.

Kimse bizim yerimize doğamaz ve kimse bizim yerimize ölemez.

Doğum ve ölüm deneyimini de, her şeyde olduğu gibi, yine yalnız yaşarız; yalnızca kendi tenimiz ve zihnimizde gerçekleşebilir her ikisi de.

Kendi dışımızdakinin özünü kavramamızın olanaksızlığı gerçeğini, hiçbir ilişki, hiçbir aşk, hiçbir cinsel deneyim değiştiremez.

Bu gerçek bize, koskoca evrende aslında ne kadar da dev bir yalnızlık içinde olduğumuzu gösterir.

 

Anlamsızlık kaygısı ise, özgürlük, ölüm ve yalnızlığın toplamıdır.

Hayatın sınırsız olasılıklarla dolu seçim özgürlüğünde, yalnızlığında ve kaçınılmaz sonu olan ölümde, kalıcı bir anlam bulmak mümkün müdür?

Yalom kitabında, bir not paylaşır:

‘’Bir işle mutlu olan bir moron (aptal) grubunu düşünün. Açık bir alana tuğla taşıyorlar.

Tuğlaların hepsini bir alanın ucuna dizer dizmez, bunları karşı tarafa taşımaya başlıyorlar.

Bu hiç durmaksızın devam ediyor ve yılın her günü aynı şeyi yapmakla meşguller.

Bir gün moronlardan biri kendi kendine ne iş yaptığını soracak kadar duraklıyor.

Tuğlaları taşımanın ne gibi bir amacı olduğunu düşünüyor. O andan itibaren artık, yaptığı işten daha önce olduğu kadar mutlu değildir.

Ben neden tuğlaları taşıdığını merak eden bir moronum.’’

Bu not, hayatta bir anlam göremediği için kendisini öldüren ümitsiz bir kişi tarafından yazılan intihar notudur.

http://www.safaknakajima.com/Article/Detail?Id=14