Soru: Kur'an köleliği benimsiyor mu? Benimsemiyorsa neden İslam tarihinde köle ve cariyeler vardı?
Cevap: Kur’an indiği zaman kölelik kurumu, dünyanın her yerinde toplumsal bir olgu ve kurum olarak zaten vardı. Yani o zaman, insanlığın avcılık, toplayıcılık ve çiftçilik döneminden sonra üçüncü evresi olan kölelik dönemi idi. O dönemde insanların neredeyse %30'u köleydi. Arabistan’da da böyleydi, dünyanın başka yerlerinde de. Kur’an köleliği yasakladı.
Hz. Muhammed bu
doğrultuda mücadele etti. İslam, insanların İslam’a giriş şartlarından biri olarak köleleri özgür bırakma şartını koştu. İslam, kölelerin özgürleştirilmesini istedi. Kademe kademe zaman içinde patronlarla kölelerin hem konum, hem mal bakımından eşit duruma gelmesini emretti.
Ancak Hz.Muhammed sonrası Müslümanlar kölelik kurumunun kaldırılması konusunda hiçbir çaba sarfetmediler. Suç İslam’ın değil, müslümanların.
Önce şu ayetlere bakalım: “Ona iki göz, bir dil, iki dudak vermedik mi? Ve ona iki yolu göstermedik mi? Fakat o, sarp yolu göze alamadı. O sarp yol nedir, bilir misin? Kölelerin tutsak boyunlarını çözmektir. Veya bir kıtlık gününde yakını olan bir yetimi yahut aç, açık bir yoksulu doyurmaktır. Sonra iman edip birbirlerine sabrı tavsiye edenlerden ve acımayı öğütleyenlerden olmaktır. İşte bunlar hakkın ve erdemin yanında olanlardır. Âyetlerimizi inkâr edenler ise bâtılın ve erdemsizliğin yanında olanlardır. Onların hakkı, üzerlerine kapatılmış bir ateştir.”(Beled, 8-20)
Görüleceği gibi Müslüman olmanın ilk şartlarından biri sarp bir yokuşa benzetilen köleleri özgürleştirmektir. Ayette köle azad etmenin yani köleleri özgür bırakmanın sarp bir yol (akabe) olduğu, bu yolu aşanın yani köleyi serbest bırakanın Müslüman olduğu, köleyi serbest bırakmak istemeyenin de sarp yolu aşamadığı yani İslam’a girmeyi kabul etmediği belirtiliyor. Ayete göre o zaman köle sahipleri, kölelerini özgür bırakmayı kabul edemediler, bu onlara zor geldi ve bu yüzden İslam’a girmek istemediler.
Köleleri özgürleştirinceye kadarki süreçte onlara nasıl davranılacağını da Allah şöyle belirtiyor: “Allah kiminize kiminizden daha fazla rızık verdi. Ama kendilerine fazla verilenler, rızıklarını ellerinin altındakilerle paylaşıp da onları bu hususta kendileriyle eşit hale getirmeye yanaşmıyorlar. Peki onlar Allah’ın nimetini inkâr etmiş olmuyorlar mı?”(Nahl, 71)
Buradaki “ellerinin altındakiler” den kasıt köle, cariye, işçiler ve memurlardır. Kur’an’da geçen ifade, “Mâ meleket eymânühüm” dür. Yani “onların ellerinin altında, yönetimlerinde, kontrolleri altında bulunan, mülk ve mal olarak gördükleri kişiler” ifadesi geçer. Köleleri mal olarak gören Kur’an değil, onların sahipleridir.
Buradaki “mal” tabiri, Kur’an’a ait değildir. O zaman hem Mekke’de hem Medine’de hem de dünyanın her yerinde var olan bir olgu olarak köle kurumuna ve ticaretine gönderme yapıyor. Yani o zaman insanlar kölelere mal diyorlardı, mal olarak bakıyorlar, mal gibi alıp satıyorlardı ve Kur’an sadece onların verdiği bu sıfatı belirterek olguyu ortaya koyuyor.
Kur'an insanlara köleleri azad etmeyi, onların tutsak boyunlarını çözmeyi, onları diğer insanlarla eşit görmeyi, mal olarak görmemeyi tavsiye eder, hatta mecbur eder. Hatta İslam’a girişin bir şartı olarak öne sürer. Ayetteki “akabe”, cehennemde dar bir geçit olup oradan ancak köleleri serbest bırakanlar, sıkıntı çekenlere yardımcı olanlar, zor günler yaşayan yoksulları doyuranlar geçebilir.
Hz.Muhammed’e bir adam gelip, kendisini cennete götürecek bir iş tavsiye etmesini ister. Hz.Muhammed de ona köleyi özgür bırakmasını söyler.
Meselenin bir başka boyutu da şu: Kölelik o zaman toplumsal ve ekonomik boyutu olan bir kurum idi. O zamanlar bugünkü gibi sosyal güvenlik kurumları yoktu. Hukuk yoktu. Yetimler, öksüzler, çaresizler, kimsesizler ancak zenginlere, malı mülkü olanlara köle olarak ya da cariye olarak sığınıp yaşamaya çalışıyorlardı. Başka seçenekleri yoktu.
İslam, köleliği kademeli olarak kaldırdı. Birden kaldırsaydı köleler sudan çıkmış balığa dönerdi. İşleri yok, evleri yok, hayvanları yok, paraları yok, kendi başlarına iş kurabilme bilgi ve kabiliyetleri yok. Cascavlak sokağa atıvermek gibi bir şey olurdu.
O halde önce zemin hazırlığı olacak, sonra tamamen kalkacaktı. Efendisi iyi olan köleler halinden memnundu, zira aç açıkta kalmıyorlardı, buna şükrediyorlardı. Efendisi zalim olan köleler, kölelik kurumundan değil, efendilerinden şikâyetçiydi. Kötü efendinin değil, iyi efendinin kölesi olmak istiyorlardı. Ama ister iyi ister kötü efendiye ne olursa olsun kölelik, insanlık onuruna aykırı bir uygulamaydı ve Kur’an bunu yasakladı.
İslam, yeni köleler edinin demedi. Yani kölelik kurumunun hep devam edip gitmesini istemedi. Var olanları kölelik kurumu bitinceye kadar yediğinizden yedirin diyerek onları korudu. Bazı insanlar işsiz güçsüz idi, malı mülkü yoktu, köle olmayı bizzat kendileri istiyorlar ya da kölelikten ayrılmak istemiyorlardı.
Çünkü serbest kalınca aç açıkta kalacaklarını düşünüyorlardı. Hatta yakın zamanlarda Amerika’da kölelik yasaklanınca bazı köleler isyan ettiler, gösteriler düzenlediler, “biz serbest kalınca aç kalırız, gidecek yerimiz yok, paramız, malımız mülkümüz yok, sanatımız mesleğimiz yok, biz köle olarak kalmaya razıyız” dediler. Bu yüzden İslam, köleliği aşama aşama kaldırma programı uyguladı.
Müslümanların bir bölümü köleliği uzun yıllar devam ettirdi. Bizde de Cumhuriyete kadar kölelik vardı. Tanzimat’tan Cumhuriyete kadarki Türk edebiyatında kölelik konusu işlenmiştir. Bazı fıkıh kitaplarında kölelik bölümü yer aldı. Ama bunlar Kur’an’ı, İslam’ı bağlamaz. Zira köleliği devam ettirenler İslam’ın köleliği kaldırma emrine uymamıştır.
Osmanlı Devletinde savaş esiri kadın ve erkek köleler esir pazarlarında alınıp satıldı. İstanbul’da esir pazarı vardı. Hatta bu esir pazarı, ihtisap ağasına yani belediye başkanına bağlı, 400 memur ile yönetilen, 300 odalı Emanet-i Esirhane adı altında devletin resmî kuruluşu idi. Hatta meşhur bestekârımız Itrî Efendi de buranın kethüdası idi. Osmanlı sarayı esir cariyelerle dolu idi.
Kafkasyalı Çerkezler, kendileri kendi kavimlerinin kızlarını kaçırırlar ve İstanbul’a getirip satarlardı veya bazı kızlar da kendi istekleriyle iyi bir gelecek ümidiyle satılmayı kendileri isterlerdi.
Padişah Abdülmecid döneminde sarayla içli dışlı olan ve kendisi de cariye sahibi olan Leyla Saz, anılarında bu Çerkez cariyesi meselesini şöyle açıklar:
“Bu kızları esirci Çerkezler İstanbul’a getirmiş ve çoğu İstanbullu olan esirci kadınlar vasıtasıyla konaklara satmışlardır. Bazen bunlar arasında asil ve zengin kızlar da bulunur ki, bunların satılmalarının başlıca sebebi, asil bir kızın kendinden aşağısı ile evlenmesi pek çirkin görüldüğünden gönlünün arzusuna karşı gelerek o mahrumiyetle memleketini terk etmiş olmasıdır.
Bu kızlar da diğerleriyle beraber müşteriye görünür, beğendiği yere kendini sattırırlar. Başlarındaki kenarı küçük salkımlarla süslü ve tas gibi gümüş serpuşları, göğsü ve kolları düğmeli, kenarı sırma şeritli entarileri ve kemerleri zenginliklerini, tavırları da asaletlerini gösterir.
Cariyeler, Avrupalıların zannettikleri gibi pek bedbaht değildirler.
Yiyecekleri, giyecekleri hanımlarınınkine yakındır. Her suretle iyi muamele görürler. Sert efendilere tesadüf eder de memnun olmazlarsa diğer birine satılmasını teklif ederler. Arzuları yerine getirilmezse kaçarlar ve kendilerini sattırırlar.
Kaçarken evden hiç bir şey çalmazlar, yalnız bohçacıklarına bir takım çamaşır koyarlar. Kaçtıklarına alâmet olarak da ya çıktığı kapıya veya aştığı duvarın yanına terliklerini bırakırlar. Kimin yanına sığındılarsa gelip sahiplerine haber verirler.
Cariyeler arasında hırpalananlar, dayak yiyenler yok değildi. Ama, sebep hep anneleriydi. Zira Çerkez kadınlarının bazıları kızlarını tâ beşikten: “Padişah haremi olup ihtişam ve elmaslar içinde hayat süreceğine” dair ninnilerle büyütürlerdi.
O arzu ve ümitle İstanbul’a gelip de ev sahibi beyin, hercaî kelebek gibi çevresinde dolaştığını görünce bazen yüz vermekten ve hanımlarının felâketine sebep olmaktan çekinmezlerdi. İşte o vakit kıskançlıkla hanım tarafından hırpalanmak da olağandı.
Yoksa sahibi, ne kadar sert olursa olsun, hiç olmazsa verdiği parayı düşünerek cariyesinin sıhhatine bakar, esir pazarlarında sattırır ve evinde alıkoyup ona eziyet etmezdi.”(Leyla Saz, Haremin İç Yüzü, Milliyet Yayınları, İstanbul 1974, s.44-47)
Abdülmecid zamanında esir ticaretinin yasaklanmasına dair ferman çıktıysa da kimse dinlemedi, devam etti.
Osmanlı döneminde cariyelere iyi davrananlar daha çoktu. Çok az bir kısmı kötü davranmıştır. Zira evlerine cariye alanların çoğu, oğluna gelin yapmak maksadıyla alırlar, iyi eğitirler, iyi bakarlar ve sonra oğullarıyla evlendirirlerdi. Bu arada kötü muamele gören cariyeler de olmuştur.
Nitekim Tanzimat dönemi romancılarından Ahmet Midhat Efendi, Felatun Beyle Rakım Efendi adlı romanında cariyeye insanca ve çok iyi muamele edildiğini sergilerken; Samipaşazade Sezai, Sergüzeşt romanında cariyeye eziyet edildiğini anlatır.
Bugün modern dünyada kölelik ve cariyelik, isim ve şekil değiştirmiştir ama mahiyeti ise büyük ölçüde aynı kalmıştır. Bugün işçilik, memurluk büyük ölçüde özgür köleliktir. Kişi, günün belli saatlerinde çalışma kurumunun esiridir, diğer saatlerde özgürdür, ama ücretleri ölmeyecek kadar yaşamalarına karşılık gelir.
Fuhuş sektörü, metres uygulamaları da modern cariyeliğin bir türüdür. Kapitalizm özgür köleliği, Komünizm de devlete bağlı resmî köleliği kurumsallaştırdılar. Her alanda insan özgürlüğünü sağlayan tek sistem İslam’dır.
(Not: Bu yazıda Rüştü Emir’in yazılarından önemli ölçüde yararlanıldı.)
Prof.Dr.Nurullah ÇETİN