CÜZ’E DÜŞEN NASİP DE, KÜLL’ÜN ADI DA “HAK”!

Boşuna "Hikmeti ehil olmayana vermeyin" demiyor ârifân.

CÜZ’E DÜŞEN NASİP DE, KÜLL’ÜN ADI DA “HAK”!
Söz, taşıdığı anlamla tecrübesi buluşana, dert ehline tesir ediyor. Bir de derdi üzüm yemek olana. Bağcı ile dâvâlılara söz harcamak israf!
Tabiî, sözün sâhibi kim, o da muhim!
Muhakkak ki, söyleyendeki “hal” ile sözün muhâtaba nüfûzu arasında bir ilişki var.
Ancak!
Yeryüzü sahnesinde dâimâ azın azı olagelmiş ferâsetli insanlar, "sözü kim diyor?" diye takılmaz, hikmeti nerde bulsa alır, yüzünü nereye dönse orada bir tecellî ile gözgöze gelir.
Hikmete kapalı beşer ise dâimâ çoğunlukta ama sahnenin unutulanlar listesinde!
Hüsranla gelip hüsranla gidenler!..
...
Kezâ...
İnsicam/tutarlılık ve ufuklu olmak da fevkalâde nadir bir insanlık cevheri...
Kendine saygılı kimse fikir insicâmını hafife alamaz. Fikrin tutarlı bir doku teşkili de kavrayış ufkumuza bağlı.
Üslup ve beyandaki muhâkemeyi, fikir meydanlarına sunulan hikmeti "ağzı laf yapıyor!" tekerlemesiyle kefenleyip, muhâtabının hakkını gömenler de esâsen kul hakkı yiyorlar.
Hak yemeyi sadece maddî metâlara bağlı sananlar, burada işleyen hukûku kavramakta zorlansa da vâkıâ böyle!
Adam var âlem çapında bir ufukla bakar, adam var burnunun ucunu görmez.
Görmez, üstelik kendi görme kusurunu görene yükler, hem de çok haklı olduğundan emindir!
Görenlerle gör/e/meyenler bir olur mu?
*
Tevhid terbiyesi olan bir kimse için, Esmaü'l-Hüsna'daki her yüce değer/isim, beşerî planda “ehliyet” ve “liyâkat” perdesinden görünür.
Dolayısıyla toplumsal düzlemde küfrü, ehliyet ve liyâkatin yerini "menfaat dayanışması"nın almasında aramalıdır.
Ama söylemlerde şöyle şöyle bir "dil" hâkim imiş!
Burada da "Âyinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz"!
...
"Kul hakkı" söz konusu olduğunda Hakk dostlarının nasıl tir tir titrediklerini bilenler, onların hikâyeleriyle büyüyenler, asıl "ŞİRK"i de burada görürler...
...
Bu açıklamaya rağmen, varlığı Hakk'tan ayrı/gayrı gören birileri: "Ya Allah'ın hakkı ne olacak?" derse?
İrfan geleneğimizde liyâkat, ortaya çıktığı herbir sâhada, ilâhî vasıfların zuhur ettiği yer demek...
Tekrarında fayda var. Altını çizerek söylemeli ki, liyâkat, ortaya çıktığı herbir sâhada, ilâhî vasıfların zuhur ettiği yerdir!
Burada kulun hakkıyla Hakk'ın hakkı buluşuyor...
Hikmetli Türkçemiz "Hak yemek" derken, kul hakkı Allah hakkı diye ayırmıyor... Kelime seçiminde "HAK" kelimesinin tercihi zâten irkilmemize yetmeli...
"El Hakk" ismi Hakikat'e açılan bir İsm-i Celal değil mi!?..
*
Bir başka perspektif:
Şer görünüşlü hayırlar, yarattığı pişmanlık ve Hakk'a rücû ihtiyâcı ile, bâzen hayır görünen ve egoyu besleyen tecellîlerden daha uyarıcı, daha oldurucu; ama daha bir bel bükücü, unutulmaz olabiliyorlar...
Şüphesiz daha inşâ edici, lâkin nefes kesici...
...
"Hakk'ı hak bilip Hakk'a ittibâ, bâtılı bâtıl bilip bâtıldan korunmak"!..
Bu bir Peygamber duâsı!...
*
Burada “hilâfet” durağına denk geliriz.
Hilâfet, "Küll'ün nâmusu" adına varoluş mesûliyeti...
Şeytâniyet, Küll'e rağmen bir dâvâ edinmek, cüziyyetini öne alanlardaki Hakk'ın nâmusunu çiğnemeye yol açan "sanal ferdiyet"!..
Sâhiplenme duygusu, varlık ve hayâtın " Asıl Özne"sini örtüp; Küll'den ayrı ve gayrı dâvâsı olamayacak cüziyyetteki öznel tecellîye, şeytâniyet kisvesini de giydiriveriyor.
Sonra da bitip tükenmez ayrılık, isyan, inkâr ve gurbet hikâyelerinin terennümü sahne alıyor...
Ayrılığı kendimiz îcat ettiğimiz halde!
...
Hele hele Hakk'ta ve Hakk'tan olduğu edebini temrin ettiği halde anlamanın bir yaratma oluşuna uyanamayan, nefsine dalkavukluktan başını kaldırıp kendi Tevhidini kuramayanların yaşadığı hüsrâna nasıl devâ bulunur?... Virdi doğru da olsa zikrindeki fikre ulaşamayanlar?
...
Söz, ancak bir kıvâma ulaşanda hikmete dönüşüyor... Çiğlerde ise en yücelerden ses veren sözler bile maalesef fitne imkânına dönüyor!
...
Boşuna "Hikmeti ehil olmayana vermeyin" demiyor ârifân.
*
“Beylik söze dönüşmüş hikmetler” diye bir başlık belki daha yerinde olurdu.
Ata sözlerimiz, deyimlerimiz, vahiy sınırlarında dolaşan ilham ifadesi beyitler… misali malzemeyi ilk defa duyuyormuş gibi tekrar anlamaya çalışsaydık, acaba elimizi böğrümüzde bırakan dertlerimize devâ bulabilir miydik?
“Hakk”, Zât-ı Akdes’in bir has ismi! Muhyiddin-i Arabî Hz.’nin bakışında, tekvin(var ediş) öncesi Mutlak Zât’ın adı… “Hakikat”in kutsiyyetine sebeb olan evvelden evvel, evvel öncesi “hal”in ismi… Bizim eli öpülesi ecdadın bulduğu tabirlerden biri de bu düzlemde “Hak yemek”…
Hakk yenince “Hakikat, istihkak, hukuk, hakkaniyet, adalet, cüziyyete isabet eden tecelli, her bir cüz’ün var oluş imkanı…” devam edebilir mi?
Hak yiyerek, liyakat ehlinin önü kesilerek Cüz’iyyetlerin kendindekini taayyün ettirme fırsat ve fıtratının önlenmesi, her bir tecellideki ona has esmânın gasbı sonucu, gasb edenin Hakk ile ilişkisinin kesilmesi mânâsına gelmiyorsa, ne demek Hak “YEMEK”?
Hakk yenir mi?
Buradaki “yemek” nasıl bir eylemdir? Yediğimiz şeylerden bir şey midir O?
Hakk “yiyen”, aslında kendi ontik kökünü tüketmiş olmuyor mu? Cüzdeki Hakk!
Cüzde Hakk bulunması fikri, Tevhid şuuru olmadan kullanılabilir mi? Bütün taayyünâta, çokluğa rağmen her bir cüzde Hakk’ın devam etmekte oluşuna “uyanmak”!..
O Hakk’ı “görmek” bir “kesrette şehâdet” iken, O’nu gasb eden, O’nu “yiyen” ne hale “düşer”!?
“Hakk yeme!” ikazında, bir şehadet şuuru yoksa, “varlığı Hakk görme” bilinci yoksa, henüz varlık söz konusu değilkenki Zât’ın adı nasıl bu çokluk zeminine taşınabilir?
Ancak bir “Şehâdet Medeniyeti”nin üretebileceği kavramları seçmek, kıymetini ve mesajını anlamak da bir mazhariyet olmalı…
Sait BAŞER
*
Bir yağmur kuşu görseli olabilir