TÜSİAD Genel Kurul Toplantısı Açılış Konuşmaları

Dünyanın en sakin köşelerinden birinde yaşamıyoruz

TÜSİAD Genel Kurul Toplantısı Açılış Konuşmaları

TÜSİAD yönetiminde ilk yılımızı tamamlarken Yönetim Kurulum ve şahsım adına, bir kez daha bizi görevlendirdiğiniz için teşekkür ediyorum.

İdlib’de meydana gelen çatışmalarda şehit düşen askerlerimizi, rahmetle anıyorum. Ailelerine ve büyük Türk Milleti’ne başsağlığı diliyorum. Van’da meydana gelen çığ felaketinde hayatını kaybeden vatandaşlarımıza Allah’tan rahmet diliyorum.

Dün akşam umarım son olacak üzücü bir haber daha aldık, uçak kazasında hayatını kaybeden vatandaşlarımıza Allahtan rahmet diliyorum, yaralılara acil şifalar diliyorum.

24 Ocak Cuma gecesi yaşanan Elazığ depreminde, hayatını kaybeden tüm vatandaşlarımızı rahmetle anıyor, yakınlarına ve ailelerine başsağlığı diliyorum.

Kurtarma çalışmalarında tanık olduğumuz özveri ile halkımızın depremzedelere yönelik fedakarlığı bu olayda tesellimiz oldu.

Depremle ilgili en önemli unsur hazırlıklı olmaktır. Fay hatları üzerinde kurulmuş şehirlerimizin yapılaşmasındaki yer seçimleri, inşaat kalitesi, kurumlarımızın görevlerini eksiksiz yapmaları hayati önemdedir.

Bu deprem; ülkemizin riskli pek çok noktasında ve özellikle İstanbul’da yaşanacak bir depremin ne kadar yıkıcı olabileceğini hepimize hatırlatmalıdır.

Depreme karşı gerekli tüm çalışmaları, büyük bir ciddiyetle tamamlamalı ve gerçekleşebilecek en ağır durumlara karşı devletimiz, özel sektörümüz ve ilgili tüm kurumlarımızla, hazırlıklarımızı en üst düzeyde tutmalıyız.

TÜSİAD olarak, TÜRKONFED ve UNDP ile ortaklaşa kurmuş olduğumuz HEDEFLER İÇİN İŞ DÜNYASI PLATFORMU’nun temsilcileri, bölgede detaylı incelemelerde bulundu. Deprem yaralarının sarılması, işsizlik ve iflasların önlenebilmesi için somut çalışmalarda bulunacağız.

 

 

 

Değerli üyeler,

Hayli yoğun gelişmelere tanıklık ettiğimiz bir yılda, TÜSİAD Yönetim Kurulu olarak ülkemizin gündemindeki en önemli konularla ilgili görüşlerimizi kamuoyuyla paylaştık, geleceğimizi etkileyecek konularda da çalışmalarımızı sürdürdük, tartışmalar başlattık.

Aralık ayındaki YİK toplantımızda da sizlere söylediğim gibi, 2020’li yıllar hareketli bir dönem olacak. Yine de bu kadar hızlı ve dramatik bir giriş beklemiyorduk.

İran Devrim Muhafızları komutanı Kasım Süleymani’nin öldürülmesi, bölgemizin nasıl bir istikrarsızlık potansiyeli barındırdığını gösterdi. Hiç kuşkusuz Ortadoğu’nun da, Türkiye’nin de ve aslında dünyanın da, bir savaşa tahammülü bulunmuyor. Bu gerginliklerin çok büyük maliyetlerinin olabileceğini, düşürülen Ukrayna uçağı ve yaşanan sivil can kaybında da gördük.

Aynı şekilde, Filistin sorununda, ABD Başkanı Trump tarafından Filistinliler dikkate alınmadan açıklanan plan, sorunu daha da ağır hale getirmiştir.

Çin’de ortaya çıkan Koronavirüs birkaç gün içinde tüm dünyayı etkileyen ve başetmek için küresel işbirliğini gerektiren bir sorun halini aldı.

Birleşik Krallık, 2016’daki referandumla aldığı, AB’den çıkma kararının bir aşamasını, sancılı bir dönem sonunda geçtiğimiz hafta içinde gerçekleştirdi.

Dünya Ekonomik Forumu’nun Küresel Riskler Raporunda, ilk defa bu yıl, ilk beş riskin de çevresel olduğu açıklandı. Avustralya’daki yangınlar, iklim krizinin hiç ama hiç hafife alınmaması gerektiğini gösterdi.

Çeşitli araştırmalarda, iklim değişikliği nedeniyle, önümüzdeki otuz yıl içinde, Türkiye’nin su fakiri bir ülke konumuna düşeceği öngörülüyor. En kurak şehirlerden bazıları ülkemizde olacak.

Kuraklığın su kaynakları, tarımsal üretim, nüfus kaymaları üzerindeki etkilerini nasıl engelleyeceğimizi belirlemeliyiz.

Mücadelenin her boyutta ve çok sistematik şekilde yapılması gerekecek. Bu vesileyle kamuoyu itirazlarının sonucunda, 13 termik santralin bacalarına ilişkin yürütülen süreci, ülkemizde gelinen farkındalık düzeyi itibarıyla memnuniyetle karşıladığımızı da burada vurgulamak isterim.

 

Bütün bu konular, uluslararası işbirliği ve birlikte çalışmanın ne kadar önemli olduğunu da gösteriyor.

Özgürlüklerin, temel hakların gelişimi ve korunması, giderek artan ekonomik dengesizliklerin giderilmesi, krizlerin iç savaşlara ve büyük insani dramlara dönüşmeden çözülmesi, iklim değişikliği ile etkin mücadele, uluslararası toplumun geniş işbirliği ile üstesinden gelebileceğimiz konulardır.

Değerli üyeler,

Ekonomide, bir nebze daha iç açıcı haberlerle bu yıla başlıyoruz. Geçen yıl iç talepte gördüğümüz daralma, bu yıl yerini hafif toparlanmaya bıraktı. Tüketimde hareketlenme olduğunu görüyoruz. İnşaat başta olmak üzere, krizden derin şekilde etkilenen sektörlerde ise toparlanma daha uzun zaman alabilir.

2019’u, sıfırın biraz üzerinde, cüzi sayılacak bir büyüme hızıyla kapatıyoruz. 2020 yılında istihdam sorunumuz açısından yeterli olmayacaksa da daha yüksek bir büyüme bekliyoruz.

Bu büyümenin bileşenleri, kamu harcamalarındaki artış ve özellikle kamu bankalarının bilançolarındaki genişlemeden oluşuyor. Diğer yandan faizlerin düşmesi ile özel bankaların da tüketici kredi talebi karşılamaya başladığını görüyoruz.

Geçmiş tecrübelerimizden de biliyoruz ki, sadece kredi genişlemesi ile büyüme sürdürülebilir değil. Bu tür büyümeler, verimlilik artışı getirmiyor. Yalnızca talebi artırarak ekonominin ısınmasına, yükselen enflasyon ve borç sorununa yol açıyor.

Bu yıl krizin yaralarını sarıyor olduğumuz için, bu etkiler belki hafif olacak belki de kısa vadede olumsuzluğa dönüşmeyecek. Ancak uzun vadeli etkileri iyi değerlendirmeliyiz. Aynı yanlışları, bir daha tekrarlamamalıyız.

Makul bir programın uygulanabilmesi için, uygun koşulların var olduğunu düşünüyoruz. Önümüzde yaklaşık 4 senelik seçimsiz bir dönem var. ABD ile Çin arasındaki ticaret savaşına bir ara verildi. Her ne kadar uluslararası finans kuruluşlarının bu yıl dünya için öngördüğü büyüme tahmini, bir nebze düşürüldüyse de, dünya ekonomisinde veya finansal piyasalarda bir duraklama veya daralma beklenmiyor.

Türkiye ekonomisinin gerek duyduğu kaynakları bulması açısından önemli bir etken de, etrafımızdaki jeopolitik gelişmelerdir. Sayın Cumhurbaşkanımızın, Politico adlı internet gazetesinde, Libya krizini aşmak için toplanan Berlin zirvesinden önce yayınlanan yazısının, sonuç bölümündeki mesajı, bu bağlamda çok önemsiyoruz.

Cumhurbaşkanımızın yazısı, şu sözlerle bitiyor: “Avrupa bir yol ayrımındadır. Bu tarihsel kavşakta, barış için çalışanlar cesur olmalı ve şiddetin bitmesi için ellerinden gelen her şeyi yapmalıdırlar. Avrupa, bu hedefe ulaşmak için eski dostu ve sadık müttefiki olan Türkiye’ye güvenebilir.” Berlin zirvesinden çıkan karar bu açıdan önemli ancak sorunu çözmek için, henüz yeterli olmayan bir adım sayılmalıdır. Bu kararın tüm taraflarca sahiplenilmesi sorunun çözümü için gereken karşılıklı güveni artıracaktır.

Bu mesajın önerdiği diyalog arayışının, Alman Şansölyesi sayın Angela Merkel’in ziyareti sırasında daha ileri bir noktaya geldiğini düşünüyoruz.

Yabancı sermayenin ülkemize daha yüksek miktarlarda akması ya da jeopolitik risklerin azalması, bazı uygulamaların gözden geçirilmesi gerekliliğini ortadan kaldırmıyor. Ekonomimizde, serbest piyasa ilkelerinin tam olarak uygulanmasından vazgeçilmemelidir.

2001 krizi ardından yaşadığımız büyüme döneminde ekonomimize yönelik güvenin, istikrarlı ekonomi yönetimi, güçlü ve özerk kurumların varlığına bağlı olduğunu hatırlatmak isterim.

Gerek reel sektörde gerekse para piyasalarında mevzuatın sıkça değişiyor olmasının, ani ve beklenmedik şekilde yeni kanunların iş dünyasının karşısına çıkmasının, vergi politikalarında ekonomik aktörlerin güvenini sarsacak ve mülkiyet konusunda kaygılar yaratacak adımların atılmasının, yatırım ortamına olumsuz etkilerini gündeme getirmek zorundayız.

Hayli zor bir dönemi atlatmaya çalışan ve yeniden büyümek isteyen özel sektör ile ekonomi yönetimi arasında danışma mekanizmalarının daha etkili çalıştırılmasını arzuluyoruz.

Önümüzde kredi büyümesine değil verimlilik artışlarına odaklanılması gereken bir süreç var. Bu odaklanma, özel sektör adına kararlar alarak değil özel sektörle beraber adımlar atılarak gerçekleştirilebilir.

Üzerinde mutabakat sağlanmış ve günün küresel koşullarını da göz önünde bulunduran bir ekonomik program, geleceğe umutla bakmamızı sağlayacaktır. Bu programın ana bileşenleri mutlaka istişare ve reform olmalıdır.

Değerli üyeler,

Ekonomiyi, hepimiz açısından daha fazla refah üretir, işsizlik derdine deva olabilir hale getirmek için yapılacaklar, büyük oranda bellidir. Bunları benimseyip, disiplinli şekilde uyguladığımız taktirde, ekonomiyi

sürdürülebilir büyüme patikasına sokmak mümkündür. Uzun vadeye bakmak ve buna uygun politikaları bir an önce devreye sokmak zorundayız.

Dünya ekonomisi bir benzeri 19. yüzyılın ortalarından itibaren görülmüş köklü bir dönüşümden geçiyor. Bu dönüşümü kavramak ve ona göre hareket etmek zorundayız.

Önümüzdeki dönemde; iklim değişikliği ve Avrupa Birliği bünyesinde giderek öne çıkan yeşil ekonomi politikası hem ekonomi hem siyasette belirleyici olacaktır.

İklim değişikliği konusunda Çin’den ABD’ye kadar büyük duyarlılık var. Bu konuda asıl hareketlilik Avrupa Birliği’nde. Avrupa Komisyonu 2050’lere varmadan net karbon emisyonlarını sıfırlamak istiyor. Enerji yatırımları, giderek bu hedefe uygun şekilde gerçekleştirilecek. Avrupa Birliği piyasaları, satın aldıkları ürünlerin, ne ölçüde sürdürülebilir, çevre dostu koşullarda üretildiğini bilmek ve belirlemek isteyecek. Bu süreci ülkemiz açısından kritik görüyoruz.

Değerli üyeler,

Avrupa Birliği’nin pek çok sorunu olduğuna, özellikle dış politikada anlamlı bir strateji üretmekte zorlandığına şüphe yok. Ancak Birlik, elindeki ekonomik gücü kullanarak dünyadaki gelişmeleri etkileyebilme imkanına sahip. Dijital ekonomiye geçişi başardığı taktirde de bu gücünü sürdürebilecek donanıma sahip olacak.

Avrupa Birliği’nin halihazırdaki sorunları nedeniyle bugüne kadar elde ettiği büyük başarıları görmezden gelemeyiz. Avrupa Birliği ve Türkiye’nin birbirilerine ihtiyaçları çok büyüktür. Üyelik müzakerelerinin fiilen donduğu, ilişkilere bir soğukluğun hâkim olduğu bugünkü durum kalıcı olamaz.

Avrupa Birliği ile diyaloğumuzu zaman kaybetmeden geliştirmeliyiz. Sonuçta ne Türkiye AB açısından sadece mülteci akınını engelleyen bir ülkedir ne de AB Türkiye açısından sadece en önemli ve büyük pazardır. AB projesine dahil olmak Türkiye açısından, 200 yıllık modernleşme sürecinin varması gereken bir hedeftir.

Türkiye’nin tam üyeliği Avrupa açısından önyargılara teslim olmayacağının, doğusundan gelen enerjiye ve kültüre açıklığının bir göstergesidir.

Kısa vadede, Gümrük Birliği’nin sürdürülebilir kalkınma hedeflerini de kapsayacak şekilde güncellenmesi artık ertelenemeyecek bir ihtiyaçtır.

İki tarafın da çıkarları, yakınlaşmayı, birbirinin dilini anlamayı, sürdürülebilir bir gelecek için ortak hareket etmeyi gerektiriyor.

İşte bu noktada; hukuk, yargı bağımsızlığı, demokratik kriterler, insan hakları, cinsiyet eşitliği, 21. yüzyıla uygun bir eğitim yapısı ve zihniyeti konularında acilen harekete geçmemiz gerekiyor.

Değerli üyeler,

Güvenlik alanında Türkiye çok büyük ilerlemeler kaydetmiş, büyük tecrübe ve yetenekler kazanmıştır. Bunun sonuçlarını görüyor ve takdir ediyoruz. Özgürlük alanında da bunun yansımalarını görmek istiyoruz.

Uygulamada; AİHM kararlarına ve Anayasa Mahkemesi kararlarına uyulmalıdır. İddiadan savunmaya, yargılamanın her aşamasında, evrensel hukukun gerekleri yerine getirilmelidir. Bu gereklere göre;

- Masumiyet karinesi esastır,

- Tutukluluk istisnadır,

- Kanunlar özgürlük lehine yorumlanır,

- Bu ilkeler hiçbir suça veya sanığa göre göz ardı edilemez.

Geçtiğimiz yıl açıklanan Yargı Reformu Strateji Belgesindeki hedefleri, memnuniyetle karşıladık. Reformun ilk ayağı olan kanun da çıktı; etkili şekilde uygulanmasını heyecanla bekliyoruz.

Değerli üyeler,

Kadınların toplumsal hayata eşit şekilde katılmaları, enerjilerini ve bilgi-becerilerini özgürce kullanabilmeleri modern ve uygar bir toplum olmanın gereğidir.

Kadınların, onları ikinci planda bırakmak, ezmek, baskı altında tutmak, cahil bırakmak için sürdürülen tüm çabalara rağmen toplumsal hayata giderek daha aktif şekilde katılmalarına mutlulukla şahit oluyoruz.

Kadınların eğitim, iş yaşamı ve yönetime katılımının önündeki engellerin kaldırılması, demokratik, ekonomik ve sosyal gelişim açısından zorunludur. Bu konuda daha fazla harekete geçilmesine ihtiyaç var.

Kadınların önünde yaşamsal bir engel oluşturan, kadına karşı şiddetin de en ağır şekilde cezalandırılması gerektiğini düşünüyoruz.

İstanbul Sözleşmesi’nin hakkıyla uygulanması, kolluk kuvvetlerinin, yargıda görev alanların, kadınların korunması bilincine sahip olması, büyük önem taşıyor. Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Genelgesi’ni olumlu buluyor asıl sınavın etkili uygulama olduğunu da vurgulamak istiyorum. Kadınların toplumsal yaşamın her alanına katılımı için okul öncesinden başlayarak, eğitim sisteminin her noktasında zihniyet dönüşümünü sağlamak durumundayız.

Pek çok batılı ülkeden önce, kadınların çağdaş haklara sahip olmalarının önünü açan Cumhuriyetimize yakışan tablo budur. Bu olmalıdır.

Değerli üyeler,

Eğitim, insan kaynağının niteliğini belirleyen en önemli konu ve aynı zamanda kalkınmanın taşıyıcı gücü.

“Nitelikli eğitim” Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri’nin de önemli bir parçası.

Eğitim sisteminden başlayarak, özgür düşünceyi, cinsiyet eşitliğini ve sosyal sorumluluğu ön plana alan toplumlarda, bireyler daha yaratıcı ve girişimci olur; ülkeler de daha güçlü olur.

Nitelikli ve kapsayıcı eğitim, toplumda eşitsizliklerin giderilmesine ve yoksulluğun önlenmesine de katkı sağlar.

Dijital dönüşümün müthiş bir hızla ilerlediği çağımızda, gençlerimize 21. Yüzyılın ihtiyaçlarına uygun becerileri kazandıracak şekilde eğitim sistemimizi sürekli gözden geçirmek zorundayız.

Bu konuda ülkeler arasında, ciddi bir yetenek yarışı olduğunu da dikkate almalıyız.

Başta okul öncesi eğitim, analitik düşünme, dijital, sosyal, duygusal becerileri ve yabancı dil gibi, yeni dünyada ayakta kalabilmek için gerekli donanımı sunmak, ülke olarak gençlerimize karşı borcumuzdur.

Değerli üyeler,

Dünyanın en sakin köşelerinden birinde yaşamıyoruz. Etrafımızda çöken devletler, bu çöküşten yararlanan terör örgütleri, istikrarsızlık, vekalet savaşları ve büyük insani dramlar yaşanıyor.

Dış politikanın temel amaçları ülkenin itibarını korumak, güvenliğini sağlamak ve refahını artırmaktır.

Bu üç amaca ulaşabilmek ve Türkiye’nin terörle mücadelesini daha etkin sürdürebilmek için ittifak ilişkilerini onarması ve geliştirmesi şarttır.

En önemli müttefikimiz ABD ile sorunlarımız artık çözülmelidir. Burada; bizim tarafımızdan yapılabilecek şeyler olduğu gibi, ABD tarafından da 15 Temmuz sonrası sarsılan güven ilişkisini tamir edecek adımlar atılmalıdır. Halkbank davası, S-400 meselesi, F-35 uçakları meselelerini dikkat ve hassasiyetle izliyoruz. İran ve ABD arasındaki son kriz gösterdi ki; etrafımızdaki füze tehdidi hiç de azımsanacak gibi değil. Müttefiklerimizin bu konuda yapıcı adımlar atmasını ve Türkiye’nin savunma ihtiyaçlarının ittifak içinde, işbirliği ile karşılanacağı çözümler üretilmesini bekliyoruz.

ABD Kongresi’nin yaptırım kararlarının hayata geçirileceği zaman yaklaşırken, bu kurumla diyaloğu yeniden kurmanın çaresini bulmak zorundayız. Bu konuda; TÜSİAD olarak, tüm muhataplarımızla Türkiye’nin haklı tezlerini paylaşıyoruz. Türkiye’nin Suriye mülteci krizindeki rolü NATO içindeki önemini ve ekonomik alanlardaki işbirliği fırsatlarını da her noktada paylaşıyoruz.

Doğu Akdeniz’deki enerji kaynakları konusunda; Türkiye’nin kıyılarına hapsedilmesi kabul edilemez. 2004 referandumundaki tercihiyle, adadaki çözümsüzlüğün sorumluluğunu taşıyan Kıbrıs Rum Kesimi’nin, Kıbrıslı Türklerin haklarını da kollayacağına inanmak güçtür. Ülkemizin; haklarını koruma konusunda güç ve iradesini gösterirken; bir taraftan da diplomatik kanalları açık tutmasını önemsiyor ve izlenen politikayı destekliyoruz. Türkiye; sahip olduğu güçlü boru hattı altyapısı ile doğal gazın Avrupa’ya taşınmasında, herkes için doğal ortak olarak algılanmalıdır. Bu yaklaşım, hem barışa, hem de tüm paydaşların refahına hizmet edecektir.

Uluslararası sistemdeki güç ilişkilerinin hayli akışkan olduğu, ABD’nin giderek içine kapandığı ve soğuk savaş sonrasındaki tek kutupluluk gerçeğinin bittiği, yeni güçlerin yükseldiği bir dönemdeyiz. Ülkemizin de kendisine farklı bir konum bulma arayışına girmesi bu şartlarda doğrudur. Ne var ki, bu arayışın yerleşik ittifak ilişkilerinin sağladığı güvenlik ve güç birikimini tehlikeye atmadan sürmesinin, ülkemizin çıkarlarına daha iyi hizmet edeceğini düşünüyoruz.

Hepinize saygılar sunarım.

TUNCAY ÖZİLHAN, TÜSİAD YÜKSEK İSTİŞARE KONSEYİ BAŞKANI İstanbul, 6 Şubat 2020

TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Başkanlık Divanı adına hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Konuşmama başlarken Van’daki çığ felaketinde yaşamını yitirenlere, İdlib’teki şehitlerimize ve Elazığ depreminde kaybettiğimiz vatandaşlarımıza Allah’tan rahmet, kederli ailelerine sabırlar diliyorum. Uçak kazasında yaralanan yolculara da acil şifalar temenni ederken, kaybettiğimiz vatandaşlarımıza rahmet diliyorum.

Devletimiz deprem bölgesinde yaraları sarmaya başladı.

Fakat keşke kriz yönetimi konusunda gösterdiğimiz başarıyı krizi önlemek için de gösterebilsek.

Bu depremin yaklaşmakta olduğu konusunda uyarılar yapan raporlar, deprem olduktan, binalar yıkıldıktan ve insanlarımız öldükten sonra dikkatimizi çekti.

Belli ki bu raporların hazırlandığı zamanlarda, işaret edilen tehlikelerin uzağımızda olduğunu düşünmüşüz; riskleri yeterince değerlendirememişiz.

En büyük endişem benzeri bir durumun ama çok daha büyük bir ölçekte İstanbul depremi için ortaya çıkması.

Türkiye nüfusunun neredeyse %20’sinin yaşadığı, GSYİH’nın %30’undan fazlasının üretildiği ve vergi gelirlerinin %44’ünün tahsil edildiği İstanbul’u bekleyen depremde can ve mal kaybının en aza indirilmesi için yapılması gereken hazırlıklar en acil önceliklerimiz arasında.

Kaynaklarımız kıt. Bu kıt kaynakları en iyi şekilde kullanalım.

Projeleri aciliyet ve ihtiyaç bazında değerlendirelim.

Bugünü değil geleceği düşünerek hareket edelim.

Kıt kaynaklarımızı depreme hazırlığa, sanayiye, tarıma, teknoloji geliştirmeye, insan yetiştirmeye, bilime, sanata harcayalım.

Enerjimizi uzun vadede bizleri bekleyen büyük dönüşümlere hazır olmak için kullanalım.

Değerli konuklar,

2020 yılına geçmiş yıllara oranla biraz daha iyimser girdik.

Gerek ülkemizde gerekse dünyada ekonomik endişeler biraz daha azalmış, iş dünyasının beklentileri biraz daha iyileşmiş durumda.

Dünya ekonomisinin bu yıl 2019’a oranla bir miktar hızlanması bekleniyor.

Dünya ekonomisindeki olumlu hava, ülkemizi de olumlu etkiliyor.

Enflasyon rekor yüksek seviyelerden indi, TL’deki istikrarsızlık azaldı, ve CDS primlerimiz düştü. Reel ekonomi de bir nebze nefes aldı.

Faizlerin düşmesiyle kamu bankaları öncülüğünde başlayan kredi büyümesine özel bankalar da katıldı.

Tüketici kredilerindeki artış ertelenen iç talebi geri getiriyor.

Büyümedeki canlanma bir süre sonra istihdam artışına da yol açacaktır.

Fakat 2020’de ekonomiye hakim olan bu iyimserlikte olağanüstü tedbirlerin önemli bir etkisi var.

Olağanüstü uygulamalar normalleşirse ekonomimiz normalden giderek uzaklaşır, öngörülebilirlik azalır. Bu nedenle umarım kalıcı ve sağlıklı piyasa koşulları bir an önce sağlanır.

Ayrıca, başta jeopolitik riskler olmak üzere orta vadede bir dizi gelişme bu havayı bozabilir.

Uzun vadede ise bugünkü resim daha karmaşık bir hal alıyor.

Yirmi birinci yüzyıl başları, yirminci yüzyıl başlarına çok benziyor.

Teknolojide, üretimde, yaşam tarzlarımızda, küresel sistemde, toplumsal yapıda çok derin, çok yaygın, çok hızlı değişimler meydana geliyor.

Üstelik, yirminci yüzyıl başlarından farklı olarak bu değişim dinamiklerine günümüzde bir de iklim krizi eklenmiş durumda.

Son 30 40 yıla damgasını vurmuş olan küresel düzen krizler ve güç odaklarındaki kaymalarla sarsıldı.

Bir düzeltme ihtiyacı giderek belirginleşirken bu ihtiyaca cevap verecek ve istikrar sağlayacak bir çerçeve hala şekillenmiş değil.

Küresel düzende ilk dikkati çeken unsur ABD’nin İkinci Dünya Savaşından ve Sovyet Bloku’nun yıkılmasından sonraki konumunun değişmesi.

Dünyanın en büyük ekonomisi olma yolunda ilerleyen Çin ile ABD arasında ekonomik, teknolojik, ticari ve siyasi alanlarda kıyasıya bir rekabet yaşanıyor.

ABD ve Çin arasındaki rekabet sadece ekonomik ve teknolojik alanla sınırlı değil.

Biri piyasa kapitalizmini, diğeri ise devlet kapitalizmini temsil ediyor.

Bu nedenle küresel sistemin üzerine oturacağı ilkeler üzerinden de bir rekabet yaşanıyor.

Bu rekabette devlet kapitalizmin mahsurları kadar piyasa kapitalizminin aksaklıkları da dikkati çekiyor.

Bugün, 1980’lerden bu yana egemen olan küresel sistemin aksaklıkları daha iyi anlaşılıyor. Sistemin avantajlarından gelişmiş ülkeler ve gelişmekte olan ülkeler simetrik biçimde yararlanmadı.

Küreselleşmeyle birlikte ülkeler arasındaki gelir farklılıkları daralırken, bireyler arasında gelir ve servet uçurumları ortaya çıktı.

Bloomberg’in listesine giren dünyanın en zengin 2,153 milyarderinin servetlerinin toplamı dünya nüfusunun %60’ının tamamından daha fazla.

Bu adaletsizlik sisteme olan güveni sarsıyor.

Bu duruma kimlik problemleri de eşlik ediyor.

Hızla zenginleşen kozmopolit kesimlerin lüks yaşam tarzları ile giderek yoksullaşan ve eski konumlarını kaybeden kitlelerin yaşam tarzları büyük bir zıtlık oluşturuyor.

Bu durum çok derin ekonomik ve kültürel çatışmalara yol açıyor.

Göçmen sayısındaki hızlı artış bu durumu daha da zorlaştırıyor.

Eski konumlarının sarsıldığını gören ve toplumsal istikrarın bozulmasından korkan kesimlerin tepkisi, tarihte daha önce de olduğu gibi özgürlükçü siyasete değil popülist siyasete yönelmek oluyor.

Farklı ülkelerde farklı biçimler alsa da son yıllarda kuvvetli bir popülist dalga yaşandı.

Rusya, Polonya, Macaristan gibi Doğu ve Orta Avrupa ülkelerinde güçlü siyasi liderler ön plana çıktı.

Bu dalga Latin Amerika’da popülizmin farklı versiyonlarını iktidara taşıdı.

Göçmen akımından en çok etkilenen yerlerden biri olan Avrupa ülkelerinde beyaz etnik milliyetçilik yükseldi.

Çin’de otoriter milliyetçilik ve Hindistan’da Müslüman azınlığa karşı Hindu milliyetçiliği yükselirken Ortadoğu’da ise yükselen mezhepçilik ve kabilecilik oldu.

Bu dalga güçlü otoriter liderlerin ortaya çıktığı ve ülkeler arası işbirliğinin geriye atıldığı ve yerini çatışmalara bıraktığı bir döneme kapı açtı.

Müthiş bir güç savaşı ortaya çıktı ve daha da bariz hale geldi.

Liberal dönemin kazan-kazan ilkesi unutulurken, realizmin sıfır toplamlı oyunu yeniden hatırlandı.

Ülkelerin birbiri aleyhine attıkları adımlar daha aleni hale geldi.

Türkiye dahil birçok ülkenin hareket alanını daraltmayı hedefleyen müdahaleler gözler önüne serildi.

Ancak, uzun vadeye baktığımızda, bu dönemin de kalıcı olmayabileceği görülüyor.

Çünkü tepkisel siyasi akımların iş başına getirdiği popülist iktidarlar da hoşnutsuz kitlelerin beklentilerini karşılayacak bir siyaset ortaya koyamıyor.

Dünyanın birçok ülkesinde popülist liderlerin kendileri zengin ve güçlü olsalar bile elitlere yönelttikleri ithamlar, toplumsal kamplaşmayı ve öfkeyi besleyen açıklamalar, dış tehdit söylemleri, uygulamaya koydukları korumacı önlemler sistemin yapısından kaynaklanan sorunlara çare olmuyor hatta bunları daha da ağırlaştırıyor.

Popülist liderlerin uygulamalarının kurumları zayıflatıp demokrasinin alanını daralttığı yerlerde sokaklar hareketleniyor.

Pew Research Center tarafından 27 ülkede yapılan bir araştırmaya göre demokrasinin işleyişinden hoşnut olmayanların oranı %51.

Sonuç, Şili’den Hong Kong’a, Rusya’dan İran’a, bir dizi ülkede ortaya çıkan sokak eylemleri oldu.

Siyaset sarkacı çalışıyor.

Sağ iktidar dönemlerini sol iktidar dönemleri takip eder. Popülist liderler dönemini de kurumların güçlendirildiği demokrasi dönemleri takip eder.

Nitekim, son bir yıldır, popülist dönemin sonuna gelinmekte olduğu yorumlarını daha sık duymaya başladık.

Bugün itibariyle ne liberal küreselleşme döneminin bozukluklarının tamir edildiği, ne de yerine çalışan bir başka sistemin geçtiği bir dönem söz konusu.

Eski düzen tıkanıyor ve yeni düzenin şekillenmesi zaman alıyor.

Fakat, bu durum gelecek yıllarda değişecek.

Daha istikrarlı bir yapı ortaya çıkacak.

Peki bütün bu değişimlerin içinde biz nasıl konumlanacağız?

Her şeyden önce içinde yaşadığımız dönemin kalıcı değil geçici olduğu bilgisiyle hareket etmek durumundayız.

İlk soru, dünyada ortaya çıkan yeni ayrışmada nerede konumlanacağız?

Eskisi gibi kapitalizm ve sosyalizm arasında değil, piyasa kapitalizmi ve devlet kapitalizmi arasında çizilmekte olan yeni Berlin Duvarı’nın neresinde yer alacağız?

Bu dönemin sonunda sular durulduğunda, yine temel değerler olarak demokrasi ve özgürlüklerin öne çıktığı bir döneme gireceğiz.

Bu nedenle sorunun yanıtı liberal demokratik düzenden yana olmalı.

Uzun vadede nereye gitmek istediğimiz bilgisiyle bugüne bakacak olursak dış politikada ve ekonomideki adımlarımızı nasıl atmalıyız.

Öncelikli olarak, işbirliğine ve kurallara dayalı küresel sistemin aksaklıklarının giderilmesi sürecinin şimdiden bir parçası olmalıyız.

İkinci olarak, AB ile ilişkileri geliştirmeye önem vermeliyiz.

Şu anda Avrupa, kendi sorunlarına gömülmüş ve dünya politikası üzerindeki söz hakkı geriye düşmüş gözükse de, bu haliyle bile demokrasi, çevre, insan hakları, huzur ve refah gibi uzun vadede geri gelecek olan temel değerler için bir referans noktası olmaya devam ediyor.

Bu yüzden AB üyelik süreci, Türkiye için hem bugünün, hem de yarının öncelikli konusu.

Bu anlamda, Gümrük Birliği’nin tarım, kamu alımları ve hizmetleri de içine alacak şekilde güncellenmesi öncelik alanlarından bir tanesi.

Türkiye-AB ilişkilerinin geliştirilmesi, hem Türkiye’nin, hem AB’nin yararına.

Üçüncü olarak, istikrarsız bu bölgenin huzur ve istikrar adası olmalıyız.

Türkiye, Libya’daki müdahalesiyle, Doğu Akdeniz’deki haklarını korumak ve denklem dışına itilmesini engellemek için önemli bir adım atmış oldu.

Türkiye laiklik sayesinde, Müslüman ülkeler arasında mezhep ve etnik çatışmalardan en az etkilenen ülke olmuştur.

Türkiye, birlik ve beraberliğini, demokratik kültürünü ve bu bölge için en kıymetli özelliği olan laik yapısını koruyarak patlamaya hazır bu bölgede yaratılmak istenen kaostan kendisini kurtarabilir.

Türkiye’nin huzuru ve istikrarı, herkesle masaya oturabilmesi, bölgenin huzuru ve istikrarı için çok önemli.

Bölgenin huzuru ve istikrarı da Türkiye için çok önemli.

Ekonomide ise, küresel ekonomideki talep artışından ve likidite bolluğundan yararlanmamız mümkün.

Yeter ki içeride bünyeyi güçlendirelim, birlik beraberliği sağlayalım ve kurumlara olan güveni yeniden tesis edelim.

Ancak Türkiye açısından bu bahar havasının bozabileceğini de akılda tutmakta fayda var.

Suriye, S400 derken üzerine eklenen Libya ve Doğu Akdeniz sorunları, küresel akımlardan yeterince yararlanmamızı engelleyebilir.

Jeopolitik risklerdeki artış ve ABD seçim sürecinde Türkiye-ABD ilişkilerinin daha da sıkıntılı bir hal alması, bu riskleri daha da artırabilir.

Ayrıca, hızlı kredi büyümesinin olası sonuçları ve cari işlemler dengesinin yeniden bozulma eğilimi de dikkate alınması gereken başlıklar.

Bunun için makroekonomik istikrarı önceleyen politikalara ihtiyacımız var.

Ayrıca, hem yerli hem yabancı yatırımcı için yatırım ortamının en temel belirleyicilerinin iyi işleyen kontrol, denge ve denetim mekanizmaları, hukuk devleti, öngörülebilirlik, bağımsız ve tarafsız yargı olduğunu hiç akıldan çıkartmayalım.

Uzun vadede ise büyüme temposunu sınırlayacak olan esas unsur yapısal konular.

Önümüzdeki liste uzun: bu liste teknolojik değişimden iklim değişikliğine, yoksullukla mücadeleden toplumun dezavantajlı kesimleri için fırsat eşitliğine kadar uzanıyor.

Bunların en temelinde ise üretim ve teknoloji kapasitesinin geliştirilmesi yatıyor.

Dünya tarihine baktığımızda, İngiltere’nin sanayi devriminden sonra üretim ve teknoloji kapasitesinde bir sıçrama gerçekleştiren ülkelerde bunun kendiliğinden olmadığını, belli bir planlama ve devlet desteğiyle yapıldığını görüyoruz.

Teknoloji kabiliyetlerini geliştirmeyen ülkeler ileri gidemedikleri gibi kendi gelecekleri üzerindeki hakimiyetleri de yara alıyor.

Türkiye’nin sanayileşme tecrübesi, verimliliğe ve inovasyona yeterince odaklanmayan, yatırım malı ithalatına dayalı ve rekabet gücü zayıf bir yapı ortaya çıkarttı.

Oysa en önemli yapısal sorunumuz olan cari açığı azaltmak için rekabet şansı yüksek sektörlerde teknoloji kabiliyetinin geliştirilmesi gerekiyor.

Tıpkı daha önce Almanya’nın, Amerika’nın, Japonya’nın ve daha birçok ülkenin yapmış olduğu gibi.

Bunun için iyi bir planlama ve kurumsal kapasitesi güçlü bir bürokrasi olmalı.

Japonya ve Güney Kore gibi ülkeler, özerk çalışan, özel sektör ile etkili ve şeffaf bir istişare kurabilen, liyakat esasına göre oluşturulmuş çok yetkin bir bürokrasi ile bu süreci yürütmüşler.

Aksi halde, bu tip selektif sanayi politikalarının çıkar gruplarına teslim olma, katılaşıp gelişmelerin arkasına düşme riski yüksek.

Ancak özerk ve yetkin kurumsal kapasitesi olan yapılar hedeflerini gerçekleştirdikçe değişip dönüşebilir, yeni dönemlere, yeni ihtiyaçlara uyum sağlayabilirler.

Teknoloji kabiliyetlerini geliştirmeyi sağlayacak esas unsur ise insan kaynağı.

Teknoloji akıl almaz bir hızda gelişirken, eğitim sistemi bu değişime ayak uyduramıyor.

Dolayısıyla, içeride teknoloji geliştirmekte başarılı olamıyoruz.

 

Biliyoruz ki, teknolojideki değişimin dışında kalmak gibi bir seçenek yok.

Ya kendimiz teknoloji üreticisi haline geleceğiz ya da tamamen dışa bağımlı olacağız.

Bu nedenle yatırım ortamını düzelterek dünyadaki öncü firmalarla beraber çalışıp, onları ülkemize çekip know-how transferi yapalım.

Uzun dönemde ise beyin göçünü tersine çevirelim ve eğitim sistemini değiştirerek kendimiz teknoloji üretir hale gelelim.

Zamanında Atatürk’ün yapmış olduğu gibi yeni bir üretim kampanyası başlatalım.

Gerekli adımları bugünden atmaya başlayarak dördüncü sanayi devrimini yakalayalım.

Değerli konuklar,

Yapısal sorunlar tanımı gereği ancak uzun vadeli bir perspektife sahip olanlar tarafından çözülebilir.

Bu açıdan siyasi iktidarların bir dezavantajı vardır.

Çünkü hükümetlerin görev ufku seçilmiş oldukları dönemle kısıtlıdır.

Siyasetin doğası gereği, kısa vadeli çözümler uzun vadeli olanlara kıyasla daha öne çıkar. Popülist dinamikler bu çelişkiyi daha da keskinleştirir.

Bu da yapısal sorunlar ve bu sorunların gerektirdiği uzun vadeli çözümler üzerinde düşünmek için akademiye ve sivil toplum örgütlerine büyük sorumluluk yükler.

Akademi ve sivil toplum örgütleri bu sorumluluklarını ancak siyasetten bağımsız kalarak yerine getirebilirler.

Yapısal sorunlarla uğraşma sorumluluğu olan sivil toplum örgütlerinden birisi de TÜSİAD’dır.

Kuruluşunun üzerinden nerdeyse yarım asır geçmiş olan TÜSİAD, gücünü gönüllü üyelik yapısından ve siyasetçiler karşısında tarafsızlığını hep korumuş ve ülkenin uzun vadeli çıkarları için çalışmış olmasından alır.

Değerli konuklar,

Hepimiz biliriz çocuklar için tek öncelik anlık ihtiyaçlarının karşılanmasıdır.

Fakat yaş ilerledikçe, insan olgunlaştıkça anlık talepleri ile uzun vadeli çıkarları arasındaki dengeyi daha iyi kurmaya başlar.

Toplumlar da böyledir.

Toplumlar olgunlaştıkça kısa vadeli riskler ve fırsatlar karşısındaki anlık tepkiler yerini ülkenin uzun vadeli esenliği doğrultusunda hareket etmeye bırakır.

Cumhuriyetimizin kuruluşunun yüzüncü yılına yaklaştığımız şu günlerde, böyle bir olgunluk düzeyine gelmiş olduğumuza dair en ufak bir kuşkum bile yok.

Bu duygu ve düşüncelerle hepinizi saygıyla selamlıyor, dikkatiniz için teşekkür ediyorum.