Papazın Bağı’ndan Ahmed Rasim ve Neyzen Tevfik

Ahmed Rasim bir süre Rasim Paşa’da “İskele Sokak No.2” adresindeki köşkte kiracı olarak oturmuştu.

Papazın Bağı’ndan Ahmed Rasim ve Neyzen Tevfik

Kültür Tarihi Araştırmacısı Taner Ay "Ahmed Rasim evinden çıkar çıkmaz soluğu ya Papaz'ın bağında ya da Şifa'da alıyordu" diyor.

Meşrûtiyet’ten sonra Yakup Kadri ve annesi İkbal Hanım, Kurbağalı Dere’nin Kızıltoprak tarafında, iki katlı, etrâfı tahta parmaklıklarla çevrili, pencereleri kafesle örtülü ve bahçe içindeki küçük bir eve taşınmıştı. Yahya Kemal de o evden pek çıkmazdı. Kurbağalı Dere’den biraz yukarıya, Moda’ya doğru yürüyünce de, Safiye Erol için bir “semt-i dildâr” olan Şifâ başlardı. Eskilerin oraya “Kâtibin Bağı” dedikleri biliniyor. Safiye Erol’un “Kadıköyü’nün Romanı” ve “Ülker Fırtınası” birer Kadıköyü romanlarıdır. Her iki romanın nev’î şahsına münhasır kahramanlarınaysa “Kadıköyü’nden Safiye Erol” fazlasıyla nüfûz etmiştir.

Ahmed Rasim bir süre Rasim Paşa’da “İskele Sokak No.2” adresindeki köşkte kiracı olarak oturmuştu. O köşk daha sonra Hikmet Memduh Kızılağaç’ın mülkiyetine geçmiştir. No.2’deki köşkte doğup büyüyen Gönül Öztürk Kızılağaç, “Bizden evvel yazar Ahmed Rasim bu köşkte kiracı olarak oturmuş. Akşamcılığı severmiş. Babacığım söylerdi, eşi Ahmet Rasim’e hep ‘Sakın geç kalma erken gel’ dermiş. O meşhûr şarkı bu yüzden doğmuş ve Ahmed Rasim şarkıyı bu evde bestelemiş. İlk kadın ressamlarımızdan Bedia Güleryüz de bir dönem burada kiracı olarak yaşadı. Çok başarılı bir ressamdı. Mehmet Güleryüz’ün de halasıdır” diyor. Muharririmiz Rasim Paşa’da kiracıdır ama evinden çıkar çıkmaz, soluğu ya Papazın Bağı’nda ya da Şifâ’da alıyordu. Papazın Bağı, bugünkü Fenerbahçe Statı’nın arkasında, bol ağaçlıklı bir yerdir. Ahmed Rasim orada demlenirken, sık sık bir garsonla Sabah gazetesinin sâhibi Mihran Efendi’ye hep “Papazın Bağı’nda rehindeyim. Acele iki altın gönder. Ahmed Rasim” yazılı aynı notu göndermiştir,
Ahmed Rasim, Aristidi’de, Mardik’te, Kara Miço’da, Kadifeli’de, Hasırcının Galib’de, Vasil’de ve Todori’de de içerdi ama onun en fazla sevdiği meyhâne Yervant Ağa isimli bir Ermeni’nin işlettiği Şifâ Kahvehânesi’dir. Burası Yoğurtçu’ya inerken sağ kolda, Kalamış Koyu’na bakan yamaçtadır. Yakup Kadri’nin evine pek yakındır. Adnan Giz “Bir Zamanlar Kadıköy” isimli eserinde, Ahmed Rasim’in masasında bulunmuş olan Muharrem Giray Bey’in anlattıklarına yer vermiştir:

“Ahmed Rasim Bey mehtap zamanları hemen her gece sular kararmadan, elinde çantasıyla buraya gelir ve bahçenin kiracısı Yervant, üstadı elinden çantasını alarak karşılayıp, sakız ağacının altına evvelce hazırladığı masasına götürürdü. Çantasını açan üstad, içinden körpe salatalık, taze domates, ince yeşil biber, beyaz peynir, sakız leblebisi, biraz da mevsim meyvesi çıkarır, bunlardan soğutacaklarını Yervant’ın kova ile getirdiği buzun içine rakı şişesiyle birlikte koydururdu. Mezeleri kendi elleriyle hazırlarken, yavaş yavaş masa erkânı da sökün etmeye başlardı.”

Ahmed Rasim deyince, birkaç yüz metre ileriye gittim. Oysa, Yervant’ın mekânına varmadan önce, dere kenarındaki bir evde hikâyeci Fahri Celâl ailesiyle birlikte ikamet etmektedir. Küçük kardeşi Kadri ise Fenerbahçe’nin yaman bekidir. Fahri, her yere yürüyerek gitmek ister, bir yerde oturmayı sevmez, arkadaşlarını da Kuşdili’nden Şifâ’ya ve Moda’ya, Moda’dan da Yoğurtçu’ya yürütür, onların yalvarmalarını ise hiç dinlemezmiş. Meğer bunun nedeni pek beğendiği boylu poslu ve tombulca bir dul hanımın oralarda dolaşmasıymış. Fahri Celâl’in abayı yaktığı dulun ismi Hamide Nebile’dir. Onunla 1924 yılında evlenip, Hamide Nebile Hanım’ın Anadolu Hisarı’ndaki yalısına taşınır. Ancak, Hamide Nebile Hanım, kızları Hatice Hulya’nın doğumundan sonra 1927 yılında vefât edince, Fahri Celâl, Melâhat Hanım ile ikinci evliliğini yapacaktır

Papazın Bağı’na eskiden “Hadika-i Basariye” derlermiş. Buranın şöhreti de Kadıköyü’nün piyasası olmasındandır. Erkek dersen “Kavuncu Güzeli”, kadın dersen “Çayır Güzeli” karşınıza çıkar. Bir de Çilek Sokağı’ndan “Kanarya” denen geçkin ve sapkın bir kadın Papazın Bağı’nı piyasası yapmıştır. Ama, o güzeller Ahmed Rasim’in ve Neyzen Tevfik’in umurunda olmamışlardır. Onlar sadece Hamdi’nin Gazinosu’nda demlenmeyi seviyorlardı.

Bir gün, Neyzen Tevfik’in, Hamdi’nin Gazinosu’nda yemeden bir okka rakıyı çakınca, ayakta duracak hâli kalmaz. Mekân sâhibi Hamdi başta olmak üzere, orada kim varsa, hânesine gidip, biraz kestirmesini ricâ ederler. Neyzen de onların ricâsını kırmaz, Hamdi’den hânesine gitmek için yalpa vurarak çıkar. Ancak, sokağına ulaşmasına rağmen, kırk yıllık hânesini bir türlü bulamaz. Kan ter içinde kalmışken, mahallenin bekçisine rastlar ve ona sorar. “Evlâdım, Neyzen Tevfik’in hânesi nerededir?” Bekçi, üstâdın kendisine şaka yaptığını sanıp, “Aman efendim, Neyzen Tevfik sizsiniz!” demez mi, Neyzen’in tepesi atar, “Evlâdım, ben sana Neyzen Tevfik kimdir diye sormadım, Neyzen Tevfik’in hânesi nerededir diye sordum!” diye zavallıyı bir güzel haşlar.

Bir başka günse, Neyzen Tevfik, yine Hamdi’nin Gazinosu’nda demlenip ney çalarken, yanına bir boyacı çocuk yanaşır ve “Amca, boyayayım mı?” diye sorar. Neyzen çocuğa para verdikten sonra yere sırtüstü uzanır ve “Gel, yüzümü boya!” der. Yüzü boyanınca, Hamdi’nin Gazinosu’ndan kalkıp, Şifâ’daki Yervant’a gider. Ahmed Rasim, onu görünce, “Ne bu hâl Neyzen? Kuşdili Tiyatrosu’nda Arabın İntikamı’nı mı oynadın?” diye sorar. Neyzen güler ve “Merhâmet insanın yüzünü bazen kara çıkarır” yanıtını verir. Boyacı çocuğa nasıl acıdığını Ahmed Rasim’e anlattıktan sonra son noktayı, “Kâinata bir de bu heybette görüneyim dedim. Allah’a şükür ki böyle bir yüz karam oldu. Ya bir de çıkmazına boyanıp dolaşsaydım, o zaman kim suratıma bakardı ?” diye koyacaktır.

Ahmed Rasim ile Neyzen Tevfik, Hamdi’nin Gazinosu’nda demlenirlerken, Bostancı yönüne doğru az ileride, Kızıltoprak’ta, Leylâ Hanım ikamet ediyordu. Eskilerin “Zühtü Paşa” dedikleri Kızıltoprak, Göztepe’nin ve Erenköyü’nün aksine, “az nüfuslu bir sayfiye semti” özelliğini çok uzun yıllar boyunca hep korumuştur. Ali Neyzi’nin yazdığına göre, 1930-1940 döneminde bile, en çok yirmi köşk ile bunların çevresinde kümelenen yüz elli veya iki yüz hâneden ibârettir. Tıpkı Suâdiye’de olduğu gibi, Kızıltoprak’ta da tren yolu semti sınıfsal olarak böler ve onları “tren hattının altındakiler” ve “tren hattının üstündekiler” olarak ikiye ayırırdı.

Şâire ve bestekâr Leylâ Hanım, Bostancı’daki köşkü yandıktan sonra, Kızıltoprak’a gelip, “Hüseyin Paşa Çıkmazı No.4” adresindeki Mehmet Ali Aynî’nin köşküne yerleşmişti. Mehmet Ali Aynî, Leylâ Hanım’ın kızlarından Feride’nin kocasıdır. Ali Neyzi ise, onların kızlarından Nefise Hanım’ın Muzaffer Bey ile izdivacından olmadır. “Kızıltoprak Anıları”nın yazarı Nezih Halim Neyzi de, Ali Neyzi’nin ağabeyidir. Leylâ Hanım, kıskacık boylu ve yüzü kırış kırış bir kadındır. Köşkte herkesin Mimi diye seslendiği Leylâ Hanım, Grekçe’yi, Arapça’yı, Farsça’yı ve Fransızca’yı mükemmel derecede bilir, klâsikleri kendi dillerinden okurmuş. Şiirleri 1928 yılında “Solmuş Çiçekler” ismiyle bir kitapta toplanmıştır. Leylâ Saz’ın saray çevresinden anıları 1920-1922 arasında “Harem-i Hümayun ve Sultan Sarayları” başlığı altında Vakit gazetesinde yayımlandı. 1925 yılında oğlu Yusuf Razi tarafından Fransızcaya çevrilen bu eser, Claude Farrere’in önsözüyle Fransa’da, daha sonra da İngilizce olarak İngiltere’de yayımlandı. İki bölümden oluşan anılarının ilk bölümde Leylâ Hanım’ın Osmanlı Sarayı’ndaki harem hayatına, ikinci bölümdeyse 19’uncu yüzyıldaki Osmanlı kadınlarının yaşamlarına ilişkin gözlemleri yer alıyor.

Mehmet Ali Aynî Bey, zevcesi Feride’den epey büyüktür. Feride Hanım, Mehmet Ali Aynî Bey ile çocuk yaşta evlendirilmiş. Ali Neyzi, küçük yaşta ve kendi rızası alınmadan evlendirilen Feride için şunu yazıyor:

“Kocasından korkan küçük Feride, bir gece yatakta uyanmış, çarşafını ıslak bulmuş ve uykusunda altına kaçırmış olduğunu anlamış. Ne olsa çocuk yaşta. Önce pek korkmuş. Sonra bakmış kocası yanında horul horul uyuyor. Cesâretini toplamış ve usulca yataktan dışarı süzülmüş. Sonra yatağın öbür yanına geçip, tekrâr kocasının yanına girmiş. Bir saat kadar sabırla uğraşarak ve uyandırmadan kocasını yatağın öbür tarafına itmiş ve sonra kendisi de uykuya dalmış. Damat bey sabahleyin uyanınca altının ıslak olduğunu görmüş ve kendisinin uykuda kabahat işlediğini sanmış. Pek utanmış ve o akşam genç karısına bir tek taş pırlanta yüzük hediye etmiş.”

Mehmet Ali Aynî Bey ile Feride Hanım mizâç bakımından da farklıdırlar. Kitaplarına düşkün, okuma yazmaya merâklı Mehmet Ali Bey’in spor ve eğlence gibi şeylerle hiç ilişkisi yoktur. Feride Hanım ise ata biner, ava çıkar, silâh kullanırmış. Yani, tam bir “Erkek Fatma”! Feride Hanım bütün gün dere tepe dolaşırken, Mehmet Ali Bey köşkün üçüncü katındaki kütüphâne odasından çıkmaz, oradaki büyük bir divanın üstünde bağdaş kurar gibi oturup, eserlerini eski harflerle dizinin üstüne koyduğu kâğıtlara yazar. Sonra yeni harfleri de öğrenmiştir ama, hep yeni harflerle eskisi gibi pek hızlı yazamadığından yakınmıştır.

Yıllar boyunca hep şunu merâk ettim: “Hüseyin Paşa Çıkmazı, No. 4” adresindeki Leylâ Hanım, acaba az ilerideki Papazın Bağı’nda Ahmed Rasim’in ve Neyzen Tevfik’in demlendiklerini biliyor muydu?

TANER AY

KARAR