N İ Y A Z İ

O sayede yüzmeyi öğrenmiştik. Yazları çobanlık ederdik.

N İ Y A Z İ
N İ Y A Z İ
Güz gelmeden suyu azalsa derinliği kalmasa da Diyarbakır yazında bir gölümüz olduğundan şanslı sayılırdık. Hayvanlar için su içecek gölet bizim için eğlenceydi. O sayede yüzmeyi öğrenmiştik. Yazları çobanlık ederdik. Gönülsüz de olsalar öküzleri göle sürer kuyruklarına tutunurduk. Suyun yüzünde süzülüp öylece karşıya geçirirdik kendimizi. Yazın gelmesini en çok da bu yüzden isterdik. Yakın köylerden okul gezileri yapılırdı. Bir başka köyde de yoktu bu güzellik.
O yıllarda ilçemiz Çüngüş’e akşamları birkaç saatliğine elektrik verilmeye de başlanmıştı. Çüngüş tam karşısında durur bizim köyün.
Biz onları onlar bizi görür.
Uzaktan gerdanlık gibi dizili, o güne kadar görmeye alışmadığımız bu ışıkları tek tek sayar, bir sonraki gece eksilme var mı ona bakardık. Oyun eğlence olurdu bize.
“Samanyolu ve diğer yıldız kümelerinin yeryüzüne bu kadar yakın durdukları başka yer yoktur” demişlerdi görevli gelip geceyi Çüngüş’te geçiren iki Bakanlık Müfettişimiz. Bunu duyduktan sonra iddialı olacak belki ama yaşadığımız yerin yeryüzünün uzaya en yakın noktası olduğu yönündeki kanaatim pekişmiş oldu iyice. Kim bilir? Belki de bilinen ilk rasathanesinin bize fazla uzak sayılmayacak Harran’da kurulmasının nedeni bu yüzden.
Yolu bizim oralara düşenler geceleri açık havada gökyüzüne baksınlar, demek istediğimi anlasınlar.
***
Elektrik de telefon da yoktu. Telefon hakkındaki bilgimiz, direkleri ve üzerine kuşların konup kalktığı telefon tellerinden ibaretti. Çobanlık ederken direk diplerinde durup tellere değnek savururduk. Değdirebildiysek vınlamalarını dinler, “kiminki daha uzun ses çıkarttı ona bakardık. Yarışına girerdik onun.
Ne zaman telefon direklerine yaklaşsam, babamın askerlik hatırası düşerdi aklıma. Babam Kırklı yıllarda Kayseri Askeri Hasta hanesinde tamamlamış askerlik görevini.
O yıllarda birisinin şehir meydanında idam olunmasına tanık olmuş. İnfaz öncesi idam mahkûmunun boynuna asılı duran fermanı okunmuş. “Dört adam öldürdükten sonra -haber ulaşmasın diye- son olarak telefon tellerini kesmiş. Toplanan halka duyurulduğunu nakletmişti bunun.
Yer etmiş olacak ki aklımda tellere zarar vermenin ağır suç olduğunu düşünürdüm. Yaklaşmadan daha etrafa bakardım görünürde jandarma var mı diye. O yıllarda yollarda, açık arazide jandarmayla karşılaşmak çok ve sık karşılaştığımız durumdu. Varsa gözden kaybolurduk onlar uzaklaşıncaya kadar.
Sese yönelip başımızı kaldırdığımızda göğün maviliklerinde ardında beyaz dumanlar bırakarak uçakların geçtiklerini görürdük. “Tiyara.. tiyara, (tayyare)abine selam söyle” diyerek selam gönderirdik uzaktakilere. Çoğunlukla da askerdekilere...
İlk kez karşılaştığımız seramik fincanlardan yere düşenler de ilgimizi çekerdi. Etrafa saçılmışlar arasından bir parçayı gün boyu yanımızda taşır, incelerdik.
Oyuncaklarımız olurlardı bizim.
Atık tel toplardık.
Eğip büker şekle sokardık.
Dört ya da iki tekerlekli arabaya dönüştürürdük. Hammaddesi olurdu oyuncaklarımızın. Telefon direklerine tellerine sevgimizin nedeni belki bu, belki “Telgrafın Tellerine” türküsü, belki de selam götüren, getiren, arada bağ oluşturan olduklarını düşündüğümüzden.
***
Okul yapım emri ilk bize gelmiş ama köyün ileri gelenleri ilgi duymamışlar ona. Öyle olunca komşu Medye (Oyuklu) Köyü kullanmış o fırsatı. Bunun ne büyük hata olduğunu komşudan otuza yakın öğrencinin yıllar itibariyle Öğretmen Okulunu kazanmaları ve öğretmen olmalarından sonra anlaşılmış.
Yani, “onların okuryazarları öğretmen Okulu, bizimkilerin Ali Okulu” çıkışlı oldukları anlaşıldıktan sonra...
“Bir musibet bin nasihatten iyidir” demiş atalar. Zararın neresinden dönersen kâr. İkinci kez gelen emir geri çevrilmemiş bu kez (1963)
Bizim gibi okulu bulunmayan komşu Aktaş Köyünden gelenlerle beş sınıf bir arada yedi on dört yaş arası otuz beş kişilik sınıf oluşturmuştuk.
Bir yıl taş duvar, toprak damlı Akko Gilin Osman’ın evinin bir odasını kullanmıştık. Sonrasında okul binamız tamamlanmış kendi binamıza geçmiştik. Aktaş köylüler de kendi okullarında okumaya başlamışlardı.
***
Birinci sınıf öğretmenimiz Erganiliydi. İkinci sınıf öğretmenimiz Balıkesirli. Bize Ege, Trakya Türküleri öğretmişti. Üçüncü sınıf öğretmenimiz komşu ilçe Çermik’in Aşağı Şeyhler köyünden yeni mezun bir hemşerimizdi.
O yıllarda bölge şartları dikkate alınarak tarıma dayalı kırsal kesimde okullar erken tatil edilir geç açılırdı. Uygulamadan faydalanarak biz de Mayıs ayından başlayarak dört ay sürecek uzun yaz tatiline girmiştik.
Bağ bahçe işleri için köylüye ilaç gibi gelen bu erken tatilde de karne sevincini yaşamadan sürünün ardına düşmüş, çobanlığa başlamıştık.
Görevimiz, teslim aldıklarımızı gün boyu otlatıp, öğlen su içirip uykuya yatırmak akşama eksiksiz eve getirmek gibi bildik bir işti.
Eksilme var mı diye gün içinde arada bir sayım yapar sayma becerimizi geliştirmiş olurduk.
Hiçbirimizin saati yoktu. Öğlen vaktinin girdiğini köyün ardındaki ona sırtını dayadığı “Rafının Dağı”nın kısalan gölgelisinden anlardık.
Rafının Dağın gölgesi büyüklerimiz için de zaman ölçü birimiydi. Saat yerineydi yerine göre. Yatı saati gelmeden hayvanları erken getirdiysem anam vaktin girmediğine delil olarak Dağı’nın gölgesini işaret ederdi.
Çobanlık uzak yerde olacaksa öğlen azığımızı yanımıza alırdık. Eşeğimiz varsa heybenin bir gözüne onu diğer gözüne eş ağırlıkta taş koyar dengelerdik. Değilse çıkınımız elimizde öyle dolaşırdık. Çobanlık eve yakın yerdeyse aramızdan bir ya da iki kişi gider köye ev ev dolaşıp Allah ne verdiyse toplar, çıkınlayıp gölün başına getirirdi.
Saç ekmeği yanında, peynir, tereyağı, çökelek katık olarak bunlar bulunurdu genellikle de. Kuru soğan da olurdu yanında. Gözeler olurdu yakınlarda. Gider suyu oralardan içerdik. Matara gezdiren de olurdu icabında. Hayvanlar yayılırken biz gölge yer arardık. Kaya dibi, ağaç gölgesi, ne bulursak.
“Çelik-çomak”, “siyaguç”, “lepik”, “birdirbir”, “uzuneşek”, gibi oyunlar oynardık. Tek adım üç adım yarışı yapardık. Dağım (dağdağan) ağacından şak şakı yapardık. Radyodan duyduğumuz, okulda öğrendiklerimiz şarkılardan türkülerden söylerdik.
Su kabağından yapma kafeslerde keklik yavruları büyütürdük. “Peygamber atı” dediğimiz çekirgelerden yedirtirdik Değişik otlar olurdu sevdikleri onlardan bulur verirdik. Kum katardık kafese eşinsinler diye. Sularını da ihmal etmezdik. Arada kızıştırır ötüşlerini test ederdik.
***
Büyüklerimiz çalışmak için gittikleri Adana’dan dönüşlerinde kemik saplı bıçak, boyalı işlemeli şimşir kaşıklar, kemik taraklar getirirlerdi. Kıymetli hediye sayılırdı bunlar. Düğünlerde mevlitlerde görürdük süslü kaşıkları daha çok. Kızgın tereyağını keşkek üzerinde gezdirirken o kaşıklar kullanılırdı. Düz toprak damlara yer sofrası kurulur çift taraflı oturulurdu. Kemik saplı bıçağa gelince herkesin bir tane olurdu ondan. Ağaç yontarken, sepet örerken, salkım keserken, sakız kanatırken vs. çok yerde işe yarardı daha.
“Sakız kanatmak” şöyle olurdu. Kuruyup rüzgârla savrulmuş kenger köklerinin yerini bulur, onu eşer, keser kanatır yassı düzgün taş parçası üstüne akıtırdık. Donup kururdu o bir süre sonra. Akşam eve de götürdük aferin alırdık onunla. Kenger bol bulunurdu bizde. Atasözümüz de onunla ilgili.
“Kengere demişler vatanın nere? Rüzgâr bilir demiş ” diye.
***
Köyümüz dağ yamacında olduğundan dik yokuşu vardır. O yokuştan süt dolu memeleriyle koyun keçi sürüsü çıkar. Onların köye girişleriyle koyun kuzu sesi birbirine karışır. Derler ki "sürüde anaların yavrularıyla buluşmasını ay güneş durur da seyredermiş".
Dikenli otlardan ağzı yara olmuş oğlakların kuyruk sallayıp darp ederek annelerini emdiklerini görünce, anasını bulamayıp ortada kalanlar adına üzülürdük.
Sürüyle akşama kadar dolaşıp yorulan, yalağının başında yemeğini gözleyen ailemizin sekizinci ferdi köpeğimizin bile o seslere kulak kabartıp hallerine acıdığını gözlerinden okuyabilirdin.
Babam rahmetliye, “kaç nüfussunuz?” diye sorulduğunda;
Sekiz nüfus, bir de köpek, dokuz” . Diye cevap verirdi hep.
Onu aileden sayardı.
Ne güzel demiş şair;
“Sen çok nankör insandan vefakârsın köpeğim,
Her lokmamda sallanan kuyruğunu öpeyim”
***
Öğlen uyku saati tüm çobanlar gölün etrafındaydık. Kızları saymazsak okul mevcudunun yarısı oradaydı neredeyse.
Öğlen yemeğimizi getirmeleri için aramızdan iki arkadaşı köye göndermiştik. Göldeki şenlik şamata köyden duyulmaktaydı. Gölün en güzel en görkemli zamanıydı. Tatilin bu ilk günü göle inemeyenler hayıflanıyorlar iç çekiyorlardı.
Niyazi de onlardandı. Azık için ev ev dolaşan Hasanla karşılaşmış, göle gelmek istediğini, ancak Aşağı Bağlara ot dermeye giden anasından çekindiğini söylemişti. Anası Rabia Teyze ona Pertek’teki tarlalarında ineğe bakmasını, oradan ayrılmamasını sıkı sıkı tembihlemişti.
O ise aramızda olmaya can atıyordu. Hasan’la konuşmuş fikir değiştirmişti. Gölden yükselen sesler onu da kamçılıyordu. “Anamın gönlünü ederim, çok kızarsa herkes oradaydı ben de gittim” nasılsa diye düşündü. Daha fazla düşünmedi. Koşarak ineğin bağını çözdü. Tarladan ayrıldı. Hasan onu bekliyordu. Çok geçmeden önlerinde Niyazi’nin ineği ve çıkınlamış azıklarla birlikte aramıza katılmışlardı...
Geniş bir halka oluşturuldu. Evlerden gelen bohçaları açıldı. İçinden çıkanlar Allah ne verdiyse kardeş payı yapıldı. Karınlar doyurulduktan sonra sıra öküzleri suya sokmaya gelmişti. Suda serinlerlerse daha iyi otlanırlar. Büyüklerimizden öyle duymuştuk.
Bu fasıl bizlerin de onların kuyruklarına tutunup gölün öte başına geçme zevkini ve de heyecanını tatmamız demekti. Özlediğimiz beklediğimiz bir andı.
Niyazi evin tek erkek çocuğuydu. Anası üzerine titriyordu. Onu gözüyle bir tutuyordu. Yanından ayırmıyor hele de boğulur korkusuyla göle yaklaşmasına asla izin vermiyordu. Niyazi yüzme zevkini ilk kez tadacaktı Bu kaçamak ona heyecan veriyor kalbi ı çarpıyordu.
Tarihe tanıklık etmiş yaşlı meşe ağaçlarının gölgelerinde geviş getiren öküzleri yattığı yerlerinden kaldırmış, göl kıyısında iki tarafı kaya dar alana kıstırarak değnek, çomak, elde ne varsa kullanıp onları suya girmeye mecbur etmiştik.
***
Her birimiz öküzün birinin kuyruğuna tutunarak birlikte karşıya geçmiştik. Niyazi bu ilk seferde beklemiş yüzenleri seyretmekle yetinmişti. Karşıya geçenlere imreniyordu. Aynısını o da yaşamak istiyordu. Gidenlerin bu yakaya dönmelerini sabırsızlıkla bekledi.
Az sonra aynı takım bu yakaya ulaşmış üçüncü kez dönüşe hazırlanıyorlardı. Hayvanların su korkuları kırılmış birer birer geri dönüp suda yol almaya başlamışlardı. Sona bir tek öküz kalmıştı.
“Acaba” diye düşündü önce. Kısa bir tereddütten sonra cesaretini topladı. Son öküzün kuyruğuna tutundu. Birlikte su üstünde süzülmeye başladılar.
Bu mevsimde üç metre derinliğe ulaşan göl üzerinde öküzün kuyruğunda da olsa, yüzebilmek pek keyifli geldi ona. Geri dönüşü de olmuştu onun, pek haz almıştı bu işten.
-“Arkadaş, ne de güzel oluyormuş” dediğini herkes duymuştu. Tekrardan kıyıya ulaştığında bir uzun hava asıldı.
“Gele gele geldim anam bu kara taşa,
Ezelden yazılanda anam, gelirmiş başa,
Bir mektup yazdırdım kavim gardaşa
Gardaş bayramınız mübarek olsun.
Türkü yöremizindi. Ahmet Sezgin ”den dinlemeye alıştığımız bir Elazığ türküsüydü bu. Çüngüş, Çermik birlikte yakın tarihe kadar Elazığ’a bağlı değil miydi zaten?
Sınıfta da birkaç kez dinlemiştik kendisinden. Sesi güzeldi. Genelde bir iş başardığı, kendine güveni geldiği zaman böyle türküler için eli kulağa atardı.
***
Bu işten pek hoşlanmayan öküzlerin bir kısmı ikinci seferin sonunda kaçıp kurtulmayı deneseler de ona fırsat tanımamıştık. Çevirip tekrardan onları kıyıya toplamış yarı bellerine kadar göle girmelerini sağlamıştık. Artık suya alışmış olduklarından fazla direnmeden suya dalmışlardı.
Niyazi’nin bibisinin oğlu Cumayla ben önde, Deli Mehmet az arkada öküzlerin kuyruklarında süzülmeye başlamıştık. Niyazi en arkada kalmıştı.
Onun öküzü de suya girmiş yüzmeye başlamıştı. Acele etmesi kopmaması gerekiyordu guruptan. O da hamle yaptı. Ancak kuyruk elinden kaymış uzanamayacağı kadar uzaklaşmıştı. Bir an ayaklarının yere değmediğini fark etti. Kıyıdan sadece üç kulaç mesafede bulunuyordu. Yüzme bilmiyordu. Yön kavramı kaybolmuştu. Öküze mi, kıyıya mı yönelsem diye düşündü. Panikledi. Bağırmak yardım istemek istiyor, başaramıyordu. Şuursuz, rast gele çırpınıyor, batmamak için gayret sarf ediyordu. Su yutmaya başlamıştı. Suyu hiç mavi olmamış hep yeşil kalmış göl, onu dibine çekmeye başlamıştı.
-Yetişin…! dediği anlaşılabiliyordu..
Bir eli öküzün kuyruğunda arkasına dönüp durumu fark eden Cuma bağırıyordu.. Bibisinin oğluydu.
- Boğuluyor yetişin...!
Niyazi’nin dermanı tükenmek üzereydi. Ayaklarının yere değip değmeyeceğini denedi.
Çamur zemine değen ayak parmaklarının ucuna basarak ellerini olabildiğince yukarı uzattı. Suyun yüzündeki bilekler “ Buradayım, ne olursunuz” diyor, uzanacak eli bekliyordu.
***
Bu son geçişi de tamamlayan öküzler, başlarını ve gövdelerini iki yana çırparak üzerlerindeki sulardan kurtulmuş, Mayıs ayının bereketli otlarından yayılmaya başlamışlardı bile.
Okulun üç yıllık geçmişi olduğundan üçü tamamlamış dördüncü sınıfa geçmiştik. Gözümüz içimizden yaşça ve boyca bizden bir fazla olan bize göre yüzme de bilen Hasana çevrilmişti. Yardımı ondan bekliyorduk. Karşı kıyıdaydı. Soyunmaya üzerindekilerden kurtulmaya çalışıyordu.
Bu arada Deli Mehmet yarı beline kadar suya girmiş, uzanıp o eli tutmayı düşünüyordu. Bu, aslında Deli Mehmet’in akıllıca düşüncesiydi. Üç kulaç mesafedeki bu bilekler göz önünde gitgide gözden kayboluyorlardı.
“Yaklaşma seni de çeker” bağrışmaları onun da cesaretini kırmış vazgeçmişti.
Hasan yüzerek basket sahası büyüklüğünde etmeyecek gölün yarısına gelmişti. Nefesimizi tutmuş, su yüzünde imdat bekleyen bu ellerin akıbetini düşünüyorduk. Gözlerimiz bir Hasan’a bir o bir çift ele çevrilmişti. Yaşanan can pazarıydı. Atılan kulaçlarla yarılan sudan oluşan halkalar kaçıncı kez kıyıyla buluşmuşlardı.
Saniyeler yıl kadar uzamıştı.
Birinin, bir an evvel bu bilekleri kavraması gerekiyordu. Hasan’ın ne yapacağını merakla sabırsızlıkla bekliyorduk. Çamur zemin Niyazi’yi parmak uçlarından başlayarak giderek dibe çekiyordu. Son dayanma gücünü de tüketmişti. Uzatılan eller ondan geriye kalan son görüntüler oldu.
Az sonra bütün bedeniyle gözlerden kaybolmuştu.
Hasan o noktaya ulaşmıştı. Ancak artık vakit çok geçti.Onunla birlikte umutlarımız da, kıyıya sadece üç beş metre mesafede ve iki metreyi bulmayan gölün dibine gömülmüştü.
Yutulan sudan çıkan kabarcıklarla oluşan cılız dalgalar da gitgide sıklığını da, büyüklüğünü de kaybetmiş, göl bütünüyle durgun hal almıştı.
Sessizliği bölen sadece etraftaki duyulan Ağustos böcekleriydi
Bakışlarımızı aynı noktada dondurmuş, öylece kalakalmıştık.
Duygularımız yüzlerimizden okunabiliyordu.
Sanki aynı anda, aynı sözler dökülüyordu dilimizden
Böyle mi olacaktı..?
***
İlk aklımıza gelen öğretmene haber ulaştırmaktı. İzzetle göz göze gelmiş soluk soluğa koşturmuştuk. Senayi öğretmen köyden ayrılmamıştı. Yanında komşu köy öğretmeni ve imam da vardı. Onları Ziyarette Yaşar Hocanın bahçesinde ağaçların altında bulmuştuk.
Telaşlı ve nefes nefese oluşumuzdan vahim bir durum olduğunu anlamışlar, üçü birden ayağa fırlamışlardı.
—Hayrola çocuklar? demeye kalmadan
—Öğretmenim… Niyazi… Gölde...
Gerisini söyleyememiştik...
Çok geçmeden göl kıyısındaydık.
Durumu anlatıp kaybolduğu noktayı tarif etmiştik.
Suya giren öğretmenimiz bir müddet ayaklarıyla suyun dibini taramış dalış yapıp elleriyle Niyazının bedenine ulaşmaya çalışmıştı.
İlk iki dalıştan sonuç alınamamıştı.
Az ötede yeniden daldı ve çok geçmeden su üstüne çıktı.
—“Tamam, burada” dedi.
Bu son dalışta onu bulunduğu yerden çıkartıp kıyıya aldı. Baş aşağı tutularak yuttuğu suların boşaltılması sağlandı. Sonra da boylu boyunca kıyıya kumluğun üstüne uzatıldı...
Başında bekledik bir müddet.
Giysilerini getirip üzerini giydirdik.
Üzerini meşe dallarıyla kapattık.
Ondan geride kalan ineği, birde elbiseleriydi. Okulun son gününden kalma silgisi pantolonunun cebindeydi.
Göl, ilk kez bir kurban alıyordu.
Haberin duyulması fazla zaman almamıştı.
***
Göl kıyısı bir anda kadın, erkek, çocuk, büyük insanla doldu. Onu olduğu yerden aldılar. Köyün dik yokuşundan kâh sırtta, kâh sedyeyle çıkarılarak evinin önüne getirdiler.
O kadar yananı, ağlayanı, vardı ki, Rabia Teyzenin sesini onlar arasından ayırt etmek mümkün olmuyordu.
Civar köylerden duyan gelenlerle evin önü görülmedik biçimde kalabalıklaştı. Kalabalığın omuzlarında mezarlığın neredeyse yarısını kaplayan, tarihi, dev meşe ağacının altında ona hazırlanan yere defnedildi.
Mezarlıktan dönen kalabalık okul bahçesinde toplanmış, bu gölün aldığı bu ilk kurbanı konuşuyorlardı.
Hemen yanımızdaki kara erik fidesi Niyazi’nin diktiğiydi.
Tarım İş dersinde birlikte dikmiş, birlikte sulamıştık.
En çok üzülenlerden birisi de Senayi Öğretmendi.
—Öğretmenim bu Niyazi’nin ağacıydı, bildiniz mi? dedim.
Gözleri dolmuştu.
Başını sallayabildi.
O günü böylece noktalamıştık.
***.
Yıllar yılları kovaladı. İlkokul, öğrencilikte öğretmenliğimin ilk yıllarında köye her gelişimde, gözüm bu kara erik ağacına takılırdı.
Bizim diktiklerimiz kurumuş, Niyazi’nin diktiği sekiz yıl yaşadıktan sonra son kuruyan olmuştu. Okul da, kara erik ağacı da yok artık yerinde.
Bunu düşününce o Harput türküsü takılıyor dilime;
Kara erik çağala,
Ye ki yaran sağala,
Hangi kitapta yazi,
Ben sevem, eller ala
***
O gün bu gün, yeşil göllerin niyetlerinden şüphe ederim hep. Katil gibi görünürler bana. Aklımdaki sorulara cevap ararım.
-Niyazi, neden ananın sözünü dinlemedin?
—Yaz tatili bu kadar erken olmasaydı?
—Yüzmeyi, öküzün kuyruğunda öğrenmek zorunda mıydık?
Bunun gibi bir nice soru.
İlk yüzme hocamız olan bu öküzlere olan sitemimde de eksilme yok.
—Niyazi’yi beklemeyecek kadar aceleniz de neydi?
Osman ERENALP
25 Eylül 2022 Ankara
57 geçti hatırası taze..