MEKÂNSAL FENOMENLERİN İNSAN DAVRANIŞLARINA ETKİSİ SUÇLULUK VE İYİLEŞME

Mekân, insan davranışlarını değiştirebilir mi?”

MEKÂNSAL FENOMENLERİN İNSAN DAVRANIŞLARINA ETKİSİ  SUÇLULUK VE İYİLEŞME

Mimarın kendi tasarım stilini müşterisine dayatmasından ziyade kullanıcının zevk, istek ve ihtiyaçlarını analiz etmesinin ardından tasarım kriterlerine uygun tasarımlar yapmasının mesleki açıdan doğru bir yaklaşım olduğu kanaatindeyim.

Bundan dolayı önceki yıllarda kullanıcılara “Mekân-Kullanıcı İlişkisi” başlığı altında bir anket düzenlerdim. Bu ankette mekânsal unsurların çağrışım yoluyla kullanıcıların bilinçdışına etkisini tespit etmeye çalışır ve tasarımlarımı anket sonucundaki analizlere göre planlardım.

Bu sorulardan bazıları şunlardır:

Aşağıdaki olayları hangi renkle tanımlarsınız.

1. Toplantıya beş dakika kala üzerine kahve dökmek.

2. Çok yoğun bir günün ardından eve gidip en sevdiğiniz diziyi izlemek.

3. Ameliyathanenin kapısında çok sevdiğiniz birinin ameliyattan çıkmasını beklemek…

Bunlar gibi sorularla kullanıcının “çözüm bulmak, dinlenmek, çaresiz hissetmek” gibi durumları hangi renkle tanımlayacağını çözmeye çalışırdım.

Çok personelin çalışacağı bir TV kanalında tüm kullanıcılara düzenlediğim bu ankette iki çalışanın ofisi hariç son derece başarılı tasarımlar yaptım. Başarısız olan ofislerden birinde; personel değişikliği olmuştu. Yeni gelen çalışanda kullandığım renk olumsuz bir çağrışım yapmıştı.

Diğer ofiste ise; çalışan -kararsızlığı yüzünden- cevapları birkaç sefer değiştirmişti. Ben de değişen cevaplar karşısında yanılmış ve onu kendisiyle yüzleştirecek bir oda tasarlamıştım. Personel odada bulunduğu müddetçe depresif duygular hissettiğini belirtmişti. Oysa tam tersini yapmam; depresif, boşlukta hissetme duygularını ve kararsızlığını minimuma indirgeyecek bir mekân tasarlamam gerekiyordu.

Bu deneyimler, bilinç düzeyinde verilen bilgilerin ve genellemelerin yanıltıcılığı, mimarın kullanıcı ile yaptığı görüşmeleri yanlış yorumlayabileceği, bunun sonucunda da yanlış mesajlar veren mekânlar tasarlanabileceği konusunda öğretici kazanımlar oldu. Konuyu metodolojik olarak araştırmaya başladım ve araştırmalarımı kendi deneyimlerimle birleştirerek ilerledim.

Öncelikle cevabını bulmaya çalıştığım soru şuydu:

“Mekân, insan davranışlarını değiştirebilir mi?”

Bu konuya geçmeden önce kısa bir mekân tanımı yapalım.

İnsanın bilinçdışında “ana rahmindeki güven ve aidiyet” ihtiyacına karşılık gelen “mekân” insanlarla çağrışım yoluyla iletişim kurar. Renk, form, koku, doku, ses (müzik) gibi fenomenler ile çevreden alınan veriler duyular yoluyla beyne iletilir. Bu şekilde başlayan algısal süreç, bilinçdışı mekanizmaları ile de etkileşerek duygusal ve davranışsal tepkileri yönlendirir.

Peki hepimizin mekânsal deneyimi birbirinden farklı olduğuna göre bireyin algısal değişkenleri nelerdir?

Kişisel deneyimler, sosyo-kültürel alt yapı, inançlar, travmalar, somatik işaretleyiciler, anılar, hormonlar, bilinçdışı süreçler gibi parametreler bireyin algısal değişkenleridir. Bu değişkenler, bir uyaranın tetiklemesi sonucu bunalma, neşelenme, hüzünlenme, öfkelenme, enerjik hissetme, odaklanma gibi nedeni fark edilemeyen duyguları dışa vurulabilir. Kısaca algısal süreçte mekân-birey arasındaki interaktif iletişim sonucu bilişsel, fiziksel ve ruhsal olarak farklı tepkiler gerçekleşebilir.

Mekânsal fenomenlerin duygusal dışavurumdaki etkisine dair bir örneği kendi deneyimimle vereyim:

LİLA RENGİNDE SAKLI OLAN ÖLÜM MESAJI

Projelerimden birinde mütemadiyen lila renginden nefret ettiğini söyleyen bir kadın müşterime lila renginden nefret etme nedeninin çocukluğunda yaşadığı kötü bir anıdan kaynaklı olup olmadığını sorduğum. Kadın bir müddet düşündü ve gayri ihtiyari gözlerini halıya çevirdi ve “evet! dedi. “Ben üç yaşımdayken annemin, babamın vefat ettiğini söylediği anda halıdaki lila renkli çiçeklere bakıyordum.”

Ben kadının bu duygusunu önemsemeseydim, belki de yaptığım tasarımda kullanacağım renk harmonisi içinde lila rengini kullanacaktım. Ya da proje sunumuna bu başörtüyü takarak gidecektim.

Peki o zaman ne olacaktı?

Kadın bilinçdışındaki anısının tetiklenmesi ile üç yaşında babasının ölüm haberini duyduğu ana gidecek ve o an yaşadığı duyguyu hissederek kendisini anlam veremediği bir hüznün içinde bulacaktı.

İşte bu tür farkındalıklar mekân ve birey arasındaki interaktif iletişimin doğru biçimde kurgulanmasında bize yol gösterici niteliktedir.

Bu gibi deneyimler sinirbilimci Antonio Damasio’nun “somatik imleç” kavramının yaşamımızın bütününde ne kadar etkili olduğuna dair farkındalık kazandıran bir örnektir.

SOMATİK İMLEÇ

Geçmiş yaşam deneyimlerinden öğrendiğimiz olumlu veya olumsuz deneyimlerimizin, bugün verdiğimiz kararlar üzerinde söz sahibi olması. Bir nevi beynin kısa yol tuşu da diyebiliriz.

Tıpkı lila renginden nefret ettiğini söyleyen kadında olduğu gibi.

Lila rengi, babanın vefatı, kayıp ve acı duygusu, bu duyguyu yaşamamak için “liladan uzak dur.”

Somatik imleç kavramını beyin ve sinir cerrahı Wilder Penfield “Penfield’in Sondası” deneyleri ile açıklıyor.

PENFIELD’IN SONDASI

Beyin ve sinir cerrahı Penfield, 1951 yılında fokal epilepsi hastalarına beyin ameliyatı yaparken, hastanın beynindeki temporal kortekse zayıf elektrik akımı vererek bir dizi deney yapmıştır. Lokal anestezi altında olan hastalar bu araştırma sırasında bilinçliydiler ve Penfield ile konuşabiliyorlardı ve hastalar istemsizce geçmişe dair anıları dile getirmişlerdir.

Araştırmalar sonucunda Penfield’in en etkileyici keşfi; sadece geçmiş olayların detayları ile kaydedilmesi değil aynı zamanda bu olaylar ile ilgili hissedilen duyguların da kaydedildiği şeklinde olmuştur.

Kırk yaşında bir kadın bir sabah müzik dükkanının önünden geçerken duyduğu parça ona dayanılmaz bir melankoli ve anlayamadığı bir hüzün duygusu hissettirmişti. Penfield ona bu müziğin daha önceki yaşamından kendisine bir şey anımsatıp anımsatmadığını sormuş, kadın birkaç gün sonra annesini piyanoda bu şarkıyı çalarken anımsadığını söylemiştir. 5 yaşındayken annesini kaybeden kadın, o müzik parçasını duyduğunda annesinin ölümünün ona hissettirdiği duyguyu tekrar hissetmiştir.

Tıpkı lila renginden nefret eden kadında olduğu gibi.

Müzik anıları çağrıştırmanın yanı sıra güçlü bir davranış şekillendiricidir.

Klasik müziğin insan davranışları üzerindeki etkisine dair bir araştırmada 2006 yılında açıklanan verilere göre, Londra metro istasyonunda hoparlörden klasik müzik çalınmaya başladıktan sonra kapkaçların %33, personele yönelik saldırıların %25 oranında azaldığı, trenlere ve istasyona zarar verme eylemlerinde ise %37 oranında bir düşüş olduğu belirtilmiştir.

Yine Avrupa’da bazı mağazalarda müşterileri daha fazla para harcamaya teşvik etmek ya da hırsızlığı önlemek için bilinç düzeyinde algılanmayacak bir şekilde “parayı dert etmeyin”, “sakın çalmaya kalkmayın, yakalanırsınız”, “sizin olduğunuzu düşleyin” gibi mesajların olduğu Caz veya Latin müziği çalındığını; bunun sonucunda mağaza yetkililerinin beyanlarına göre satışların %15 oranında yükselirken, hırsızlık oranının %58 oranında düştüğünün tespit edildiğini yazmaktadır.

Müziğin pazarlama sektöründe kullanılmaya başlanmasının temelinde yüzyıllardır sağlık alanında kullanılıyor olması yatmaktadır. Sinirbilim çalışmalarının artması ile müzik ve sağlık arasındaki bağ, terapötik süreçlerde müzik terapinin kullanılmasını yaygınlaştırmıştır.

1999 yılında Florida’da 30 ergen üzerinde yapılan müzik terapi uygulamalarında hastaların seanslardan sonra beynin depresyonda aktivasyon artışı gözlenen sağ ön bölgesindeki hareketlenmenin normale geldiği ve depresyonu olanlarda bir düzelme olduğunun tespit edilmiştir.

Kokunun davranışlar üzerindeki etkisine dair bir örneği de yine Penfield’in Sondası üzerinden verelim.

Hasta sokakta yürürken burnuna kireç ve sülfür kokusu gelmiştir. Bu koku genellikle çürük kokusu olarak da tanımlanmakla beraber hasta kendisini şahane, tasasız, neşe dolu hissetmiştir.

Anışı şu şekildedir: Bu koku, babasının ilkbaharın ilk günlerinde elma bahçesinde kullandığı spreyin kokusudur. O zamanlar, küçük bir çocuk olan hasta için bu koku ilkbaharın gelmesi, ağaçların yeşillenmesi ve uzun bir kışın sonunda, dışarılarda özgürce dolaşma

oynamak ve eğlenmekle eşdeğerdir.

Kokunun davranış şekillendirici gücüne dair bir örnekle devam edelim.

Bazı şirketler ürünlerine, anne sütünde bir bileşen olan vanilya kokusunu katarlar.

Hatırlayalım; mekân insanın bilinçdışında “ana rahmindeki güven ve aidiyet” ihtiyacına karşılık gelmektedir. Bu durumda mekânı vanilyalı kokularla kokulandırmak mekânsal aidiyet ve güvende hissetme duygusunu pekiştirebilir” diyebilir miyiz? Eğer anne ile ilgili ciddi bir travma yoksa diyebiliriz.

(Hemen belirtelim; Coca-Cola’nın vanilyalı içecek çıkarmasının temel nedeni budur. Size anne sütü kadar sağlıklı bir içecek içiriyoruz. Oysa tam tersi.)

Pasific Northwest’deki bir mağazada yapılan bir deneyde kadın kıyafetleri satan bölüme vanilyalı kokular sıkıldığında, bu giysilerin satışlarının iki kat arttığını belirtilmiştir.

Başka bir deneyde birbirine tıpatıp benzeyen iki farklı odaya birbirinin aynı olan iki çift ayakkabı konulmuş, odalardan birine hafif bir çiçek kokusu sıkılmış diğeri ise herhangi bir koku ile kokulandırılmamıştır. Gönüllüler ayakkabıları inceledikten sonra hangi ayakkabıyı beğendiklerine dair uygulanan ankete verdikleri cevapta %84’ü çiçek kokulu odada gördükleri ayakkabıyı beğendiklerini söylemişlerdir. Üstelik çiçek kokulu odadaki ayakkabının fiyatına kokusuz odadaki ayakkabıdan 10 dolar daha fazla fiyat biçmişlerdir.

Rengin davranış şekillendirici gücüne dair birçok araştırma var ama ben burada kendi deneyimimi paylaşmak isterim.

Bir okul projesi için okula gittiğimde tüm duvarların 120 cm lik yüksekliğe kadar soğuk mavi ve geri kalanının da tavana kadar buz beyazı bir renkle boyalı; giriş kapısının hemen karşısında ise itfaiye ekipmanı olduğunu gördüm. Kafamda oluşan çağrışım “burası okul gibi değil de itfaiye gibi” şeklindeydi. İtfaiye çağrışımının “tehlikedesin, tetikte ol, hızlı hareket etmelisin, yoksa yangın ilerleyebilir ve de ölebilirsin” gibi mesajlar içerebildiğini düşündüm.

Nitekim öğretmenlerin en büyük şikayetleri “çocuklar okula gelmek istemiyor (çünkü tehlikedeler), sürekli duvarları tekmeliyorlar (çünkü stres seviyeleri yüksek) ve merdivenlerden tehlikeli bir hızda iniyorlar (çünkü kaçmaları gerek yoksa ölebilirler)” şeklindeydi.

Okulun bütçesi sadece boya alabilecek kadardı. 12 farklı renkte boyalar aldırdım. Okul yönetimi “Elif hanım ne yaptığınıza emin misiniz? Bu harcamalar boşa gidecek” gibi cümlelerle fikrimi değiştirmeye çalıştılar.

Ben de onları; “Hocam bana güvenin, kullanacağım renk ve desenlerle çocukların yaramazlık seviyeleri düşecek, okula gelmek isteyecekler, merdivenlerden sakince inecekler” gibi cümlelerle ikna ettim.

Sınıfları ve katları öğrencilerin yaşlarına göre uygun olabileceğini düşündüğüm renklere boyattırdım. Koridorlara, merdivenlere ve özellikle anasınıfına kendim duvar desenleri çizdim. Bu desenler, “zihinsel yükselme, sakin hareket etme, dengeli ve saygılı davranma” gibi çağrışımları olan imgelerdi.

Okulun açıldığı ilk gün öğretmenler ve veliler gözyaşları içinde beni tebrik ettiler.

Sonrasında aldığım duyumlar şu şekildeydi: “Öğrenciler duvarları tekmelemiyorlar, desenlere zarar vermiyorlar, merdivenlerden usulca iniyorlar, okula daha hevesle geliyorlar ve anasınıfı öğrencilerinin okula alışma süreci bir önceki yıla nazaran daha kısa oldu.”

Mekân neye karşılık gelirdi? İnsanın ana rahmindeki aidiyet ve güvende olma hissine karşılık gelirdi duygusuna karşılık

Peki mekân olumsuz mesajlar verdiğinde neler olabilir?

Ben bu tür mekânları “nosebo mekân” olarak adlandırıyorum.

MEKÂNIN NOSEBO ETKİSİ VE SUÇ

Plasebo etkisi, beklentilerin bilinçsizce beyni değiştirebileceğinin bir örneğidir, bunun tam tersi nosebo için de geçerlidir. Yani mekânlar olumsuz davranışlara yol açabilir mi ya da suçluluk düzeyini artırabilir mi?

Bu konuda en çarpıcı örneklerden bazıları Hitler’in toplama kamplarında uyguladığı mekânsal işkence yöntemleridir.

Naziler, toplama kamplarında esirleri alçak tavanlı ve her yanı -uzun süre maruz bırakıldığında zihni bulandıran bir etki yaratan- sarıya boyalı hücrelerde tutuyorlardı. Kayıtlarda hücrelerdeki esirlerin psikolojik çöküntüye uğradıkları hatta delirme noktasına geldikleri belirtilmektedir.

Ayrıca Hitler, donatı elemanlarının düzenleniş şekliyle de mekânsal manipülasyon yöntemlerini kullanmıştır. Hitler’in çalışma odası bu konuda verilebilecek çarpıcı örneklerden biridir:

Oda dikdörtgen biçimindedir. Kapıdan masaya kadar olan kırmızı halı içeri giren kişiye otoriteyi, kanı, çağrıştırmak ve heyecanı arttırmak amacıyla konulmuştur. Masanın olması gereken yerde konumlanmaması kişinin kararsızlık yaşamasına neden olmaktadır. Kişi alçak bir sandalyeye oturduğunda kendisini ezik hissetmektedir. Arkasında kalan duvarda büyük bir pencere vardır ve bu onun arkasının sağlam olmadığı hissine kapılmasına neden olmaktadır. Hitler’in önü ise açık ve geniştir. Arkasında ise duvar vardır. Böyle bir durumda görüşmenin ipleri Hitler’in eline geçmiştir.

PLASEBO MEKÂNLAR VE İYİLEŞME

Gelelim mekânlar iyileşme sürecine katkı sağlayabilir mi? Yani plasebo mekânlara:

Andrea De Paiva’nın bir tespitini paylaşayım: Paiva “dekorasyon için kendi kişisel eşyalarına sahip özel odaları olan alzheimer hastalarının çok daha sakin, daha az endişeli oldukları ve geçmişleriyle daha kolay bağlantı kurabildiklerini belirtiyor. Yani, “evde” hissetmenin başka bir ifade ile mekânsal aidiyet duygusunun bir sonucu olarak, hastaların stres seviyeleri düşüyor.

Plasebo mekânların terapötik süreçte en etkili yöntemlerinden birisi de Hortikültürel terapi dir.

Hortikütürel Terapi bireyin iyi olma halini destekleyen bitki, toprak ve doğa gibi elemanlarla tedavi edici, eğitici ve geliştirici aktiviteler bütünüdür.

Avrupa’da özellikle dünya savaşlarından sonra ruhsal ve fiziksel yaralı olan askerlerin tedavisi için 1950’lerden sonra rehabilitasyon merkezlerinde bitki, su gibi doğal unsurlar terapi aracı olarak programlarda kullanılmaya başlanmıştır.

1991 yılında Amerika’da bir hastanede yapılan araştırmada odalarının pencerelerinden ağaç gören hastaların; daha çabuk iyileştikleri hatta daha az ağrı kesiciye gereksinim duydukları tespit edilmiştir.

1999 yılındaki bir çalışmada hastanenin fiziksel çevresinin kalitesi, hastaların tedavi kalitelerini ve tıbbi müdahaleleri etkilediklerini yazıyor; çiçek, kaya, gökyüzü, su, ağaç, çim gibi doğaya ait video görüntülerinin bile hastaların ferahlamalarına ve rahatlamalarına yardımcı olduğu belirtiliyor.

Hapishanede olan hükümlüler için yapılan başka bir çalışmada ise hücrelerinde kırsal manzarayı gören mahkumların, yalnızca duvar görenlere oranla; baş ağrısı şikayetlerinin ve doktor ihtiyaçlarının azaldığı belirtilmektedir.

Tüm bu örneklerden anlaşıldığı üzere mekân duygusal ve davranışsal dışavurumda son derece etkili bir rol oynamaktadır. Olumlu mesajlar içeren mekânların kurgulanması çalışma performansını yükseltebilir, odaklanmayı arttırabilir, iş birliğini pekiştirebilir, suçluluk düzeylerini düşürebilir ve iyileşme süreçlerine katkı sağlayabilir.

OPTİMİST: Bardağın yarısı doludur.

PESİMİST: Bardağın yarısı boştur.

REALİST: Bardağı yarısı su diğer yarısı hava ile doludur.

DETERMİNİST: Bardak devrilirse su boşalır. Suyun boşalması bardağın kendisiyle ilgili değildir. Bardak devrilmiştir ve su boşalmıştır.

KAPİTALİST: Ben bu bardağı 10 TL ye alırım, %200 kârla işportada “ithal bardak” diye millete okutur, parayı kırarım.

NARSİST: Bardağı yere attım kırıldı. Kırılmayan bardak yapın siz de yahu!

MAZOŞİST: Bardağı elimle sıksam sıksam, bardak parçalansa, elimden foşur foşur kan aksaa. Bi hoş oldum valla.

SADİST: Birinin kafasını bu bardağın içine soksam, acaba bardaktaki havayla ne kadar yaşar?

FAŞİTS: İçeceksin o suyu. Zehir olsa içeceksin.

KONFORMİST: Sen yeter ki emret reizz! Tek shotta hallederiz evelallahh.

ANARŞİST: Gez, göz, arpacık, nişan all, ateşşş! Al sana tek shot.

NEPOTİST: Ben bunu alayım kayınçoya hediye edeyim.

TERAPİST: Farzet ki bardaktaki sıvı sensin. Ne tür bir sıvı olmak isterdin?

HEDONİST: İçinde rakı olmayan bardağa bardak demem.

PRAGMATİST: Bardak kırılırsa içine sukulent dikerim.

POPÜLİST: Bu bardak bizi biz yapan değerlerin bir yansımasıdır kıymetli vatandaşlarım.

ORYANTALİST: Biz eskiden eskiden, su içerdik testiden.

ARTİST: Bardağın altına Einstein’in resmini koy, sağdan mavi ışık ver, resme alttan bak. Al sana Marilyn Monroe. Anamorfoz öyle olmaz böyle olur üstadım.

FEMİNİST: Kamuya açık alanlarda cam bardak kullanımı yasaklansın. Önceden bir erkek o bardakla içmiş olur. Maazallah ardından ben de aynı yerden içerim. İyyğğğ.

AMPİRİST: Bardağı tamamıyla su doldurup 80, 100 ve 120 gr kağıtlarla kapatıp ters çevirirsek her birinin suya dayanıklılık süreleri ne olur acep?

EVRİMİST: Yaşam suda başladı arkadaşlar. Sıvı fazdan katı faza geçen moleküler bileşikler biyolojik formlara evrilerek canlıların oluşumunu sağladı.

ATEİST: Bu durumda ölen insan katı fazdan gaz fazına geçmiş oluyor. Hiii hiii!

OPORTÜNİST: “Bedava su var” dediler geldik.

TURİST: İçelim güzelleşelim.

Kısacası arkadaşlar; gerçekliğin sınırları algı alanı kadardır. Yani “neyi görmek istersen onu görürsün.” O yüzden fazla da şey etmemek gerek.

Elif SÖZER

Yüksek Mimar