(KÜLTÜR KONSEYİ - BOĞAZİÇİ SOHBETLERİ)

KAYBOLAN GELENEĞİMİZ VE MODERNLEŞME

(KÜLTÜR KONSEYİ - BOĞAZİÇİ SOHBETLERİ)
(KÜLTÜR KONSEYİ - BOĞAZİÇİ SOHBETLERİ)
KAYBOLAN GELENEĞİMİZ VE MODERNLEŞME
3 ŞUBAT 2016
Metin Eriş: Aziz dostlar bu sene bir projeyi başlattık. Daha ilk konuşmadan itibaren, Türk modernleşmesi konusunda derinliğine bilgi sahibi miyiz? Veya bizim münevverlerimiz bu konuda bilgi sahibi mi? Bunu enine boyuna, bir çok boyutuyla gözden geçirelim istedik. Ama modernleşmenin altında neler var neler yok ve hakikaten hangi safhalardan nereye geldik?
Değerli hocamız Dr: Sait Başer kardeşimiz, yakın dostumuz: “Böyle bir proje içerisinde nerde nasıl bir rol alırsın?” dediğimde, hemen söylediği şey “Kaybolan Geleneklerimiz ve Modernleşme” dediler.
Öyle değil mi sevgili hocam? “Kaybolan geleneklerimiz”? Hakikaten “kaybolmaya yüz tutan” gibi düşünmek istiyorum yine de…
Çünkü, kendi yapısı içerisinde sanki yenileniyor, dal budak salma temayülü taşıyor. İnşallah yanılmıyorumdur…
Değerli hocamızı ben rica edeyim kaybolmakta olan geleneklerimiz ve modernleşme konusunda bize bilgi versinler. Bu arada hemen şunu söyliyeyim, çok beğenecek misiniz bilmiyorum; ama burada eksik olmasın. Sevgili Harun Yöndem, İsmail ve bacımızın almış oldukları kayıtları yazılı hale sokarak sonradan gözden geçiriyoruz ve de inşallah bu ilk kitabımız olacak. Geriye dönük olarak da bunların hepsini toparlamaya gayret edeceğiz. Olur mu bilemiyorum.
Hocam Boğaziçi Sohbetleri’ne hoş geldiniz, sefalar getirdiniz, buyurun. Hocam söz sizin.
Sait Başer: Türkiye’de meşhur olan tradisyon kelimesi karşılığı olmak üzere gelenek dedim “Kaybolan Geleneğimiz ve Modernleşme” üzerine sohbet yapalım dedim. Efendim şöyle başlayalım. Sanatın, estetiğin düzeni; toplumda gördüğü vazife, insanın terbiyesindeki rolü… konuşuluyordu az evvel.
Tabii “güzel” dediğiniz şey de izafi. Bir şey kimin güzeli, hangi güzel, neye göre güzel?.. Bazen çok güzel bulduğunuz bir şey, başka bir nispetle anılmaya başladığı an sıtkınız sıyrılır da bir daha görmek istemezsiniz artık. O şey size güzel görünmez. Güzeli güzel yapan bizdeki itibarlar, bizdeki nispetler, ahenk duygusu. Peki bizdeki nispetler bizdeki ahenk duygusu varlığını nereden alıyor?
Oraya doğru bakmak lazım.
Biz bir miktar felsefe bölümünde bulunduğumuz için, orada benim çok dikkatimi çeken bir husus olmuştur.
Hangi felsefî bahse girerseniz girin, şu güzel dediğimiz alan, güzellik üzerine düşünmeyi gerektiren alan, “estetik” adıyla felsefenin ana dallarından biridir. Ama güzele de bilgiye de ahlaka da bakarken, metafiziğe mantığa da bakarken, mutlaka bu alanlardaki hükümleri teşkil etmemize sebep olan bir arka plan söz konusudur. Biliyorsunuz o arka plana “ontoloji” diyorlar.
Ontoloji felsefenin olmazsa olmaz ilk adımı atacağınız alanı. Orada teşkil ettiğiniz yargılar, orada teşkil ettiğiniz kavramlar, orda oluşturduğunuz varlığa dönük hükümleriniz, o varlığın üzerinde meydana gelen hayatın ve o varlığın unsurları arasındaki ilişkilerin kıyasıyla teşekkül eden bilginizin, o varlığa unsurlarına karşı muammeleyi tayin eden ahlakınızın da ölçülerini veriyor. Yani ontoloji olmadan ne epistomoloji ne etik ne estetik ne fizik ne metafizik alanda ayağı yere basan bir hüküm veremiyorsunuz. Çünkü ontoloji, bastığımız yerdir...
Türk tarihine baktığımızda, üç temel ontolojinin hüküm sürdüğü görülür. Sizler de bilirsiniz aslında. Biraz felsefe böyle. Ukalalık gibi görünen bir dille söylendiğinde, “Acaba o nedir?” diye kendinizi bilmiyor zannedebilirsiniz; ama böyle değil, bildiğiniz şeyler.
Söyleyeceklerim çok yeni olmayabilir; ama işte, keferenin terminolojisini kullanınca, kendi dünyanız karşısında sağır ve dilsiz kalıyorsunuz. Onun terminolojisi sizin dünyanızın ve tecrübenizin ürünü değil çünkü. Onun için, mesela şiir tercüme edilemez. Hatta roman aynen tercüme edilemez. İşte kezâ mukaddes metinlerin başka dillere tercümelerinde çok büyük problemler çıkar.
Çünkü başka bir dil, başka bir sosyal tecrübedir. Başka bir dil, başka bir kavramlar sistemi, başka bir değerler hiyerarşisi demek.
Sizin falan kavramınızın çerçevesiyle bire bir örtüşen bir kavramın, başka bir tecrübede bulunması zordur. Bir takım örtüşme alanları bulusunuz, ama bire bir, tam karşılığı budur diyeceğiniz bir yaklaşımı yansıtacak kelime bulamazsınız. Türkçedeki konuşmak fiilini bir başka dilde bulamazsınız. Yani Arap “tekellüm”, Fransız “parler” diyebilir, ama gerek “tekellüm” gerek “parler” kök itibariyle başka dillerde ve tarımsal bir sosyolojik tecrübede ses kazanmış. “Konuşmak” ise, atından inen adamın yaptığı faaliyet. Atından indiği için “konuyor” Yani o tecrübenin getirdiği bir dille başka bir tarım toplumunun, sınıflı toplumun dili örtüşmüyor. Örtüşmeyince de, belirli bir mecburiyetle yönlendirildiyseniz, onun terminolojisinden aldıysanız; bu defa o terminoloji üzerinden bilim yaptığınızı, fikir alanında yetiştiğinizi farz edersek, kendi dünyanızın yabancısı haline geliyorsunuz.
Onun için aslında “ontoloji” deyince olağanüstü garip ve yabancı bir şeyden söz ediyor değilim. Varlığa dâir genel kabul, varlığa ne mana verdiğimizdir ontoloji.
Türk tarihinde üç ontoloji görüyoruz.
Birinci ontoloji: İslam öncesinden itibaren İslâm’ın kabulüyle beraber değişmeyen ve devam eden, aşağı yukarı Yavuz Sultan Selim, Kanuni devrine kadar devam eden bir ontolojimiz var:
Buna Vahdet-i Vücut diyoruz.
Ne zaman bu ad kondu, kim dedi o şu düzlemde önemli değil. Mahiyeti itibariyle değerlendiriyoruz
İlk zamanlarda Vahdet-i Vücut ontolojisi üzerinden bir bilgi üreteceğiz, onun üzerinden bir güzellik algısı yaratacağız, ona bağlı bir ahlak üreteceğiz, ona bağlı bir siyaset üreteceğiz, ona bağlı bir şehir üreteceğiz, mimari üreteceğiz, adabı muaşeret üreteceğiz… hattâ ürettik.
Bildiğimiz kadarıyla, İslâm öncesindeki Töre dediğimiz eski Türk dininin ontolojisi de Vahdet-i Vücut’tur. “Tanrı Dağları” diye boşuna demiyor. Kök Tanrı’dır mahreç. Tanrı Dağları denişinde, o dağları Tanrı’dan ayrı gayrı görmeyiş var. Ağacı, dağı, taşı, suyu, kuşu… o bağlamda anlam yüklenecektir. Ötmek, eski Türkçede dua etmek, Ötüken niyaz yeri! Devlet idare etmeyi, hizmeti ibadet sayan bir kabul var. Devlet idare etmeyi de Tanrıya niyaz saymış. Onun için adını Ötüken koymuş. Yani o yapıyı bütünüyle konuşmaya tahsis etmiş olursak, sırf o konularla gecemizi tüketebiliriz. Onun için çok teferruata girmeyeceğim. Birinci ontoloji Vahdet-i Vücut ve takriben XVI. Yüzyıl sonuna kadar (hatta XVII. Yüzyıla sarktığı söylenebilir), gelmiş.
İkinci ontoloji İslâm’ın içinde daha evvel zaten var olan, ama Türk Dünyası tarafından itibar edilmemiş, uzun zaman. Genel manada hükümranlık tesis edememiş ikinci ontoloji, yani Vahdet-i Şuhut ontolojisi. Biz İmam Maturidi’nin açıklamasını benimsiyoruz. Onun Vahdet-i Vücud’u onaylayan meşrûlaştıran bir açıklaması var.
Ama özellikle Türk-İran Şah İsmail-Yavuz kapışmasından sonraki dönemde İran’la Osmanlı arasında, daha doğrusu, Safeviler’le Osmanlı arasındaki siyasi rekabet, bir tür dini rekabet, manevi türde rekabet boyutu da taşıyor. Dolayısıyla bakıyorsunuz İran ve Osmanlı arasında birbirlerine olan benzerliklerini gittikçe azaltan, farklılıkları arttıran bir takım kültür politikaları uygulanıyor. İran da uzaklaşmıştır daha sonraları 1515’lerdeki yapısından. Şiiliğe giderek daha fazla kaymış. Başlangıçta Safeviler’in dünya görüşüyle Osmanlı arasında hiçbir fark olmadığını biliyoruz. Şah İsmail’in orijini olan Erdebil tekkesi Osmanlı’nın gönderdiği paralarla faaliyet gösteriyordu ve çok yüksek bir değer atfediliyordu Erdebil tekkesine. “Çerağ akçesi” adıyla her sene gönderiliyordu. Merkez tekkeye ne kadar gönderildiğini bilmiyoruz, ama bir şey biliyoruz mesela Erdebil tekkesinin Antalya’da bir şubesi var: Şahkulu dergahı. II. Bâyezid zamanında yüz bin dükka altın gönderildiği Bekir Kütükoğlu’nun Türk- İran ilişkilerinde kaydediliyor. Demek ki merkeze çok daha büyük meblağ gönderiliyordu.
Osmanlı’yla Safeviler’in dünya görüşleri başlangıçta aynı… İkisi de Vahdet-i Vücut ontolojisine bağlı. Ama Hoca Sadettin Efendi’nin Tâcü’t-Tevarih’te aktardığı bilgiye bakılacak olursa (1800 civarında diye bir rakam zikrediyor), Mısır Eşarî eliti (içinde uleması, fikir adamı sanatkarı olmak üzere, yani Mısır’da yeni bir başkaldırma hamlesini koordine edebileceği düşünülen her kes), toplanmış İstanbul’a gönderilmiş. Yavuz Selim limandan gemiyi bizzat uğurlamış, uzaklaşıncaya kadar seyretmiş.
Bunun akabinde bakıyorsunuz Osmanlı medreselerinde İmam Eşari tesiri Maturidi itikadının yerini gittikçe daha fazla işgal ediyor. Artık Kahire ekolü demek belki daha doğru olur.
Birisi: Osmanlı da Eşariye dönüyor öyle mi?
Sait Başer: Hemen dönmüyor. Böyle açık bir karar yok. Yani bunu resmi bir karar olarak, “işte bakın şu kararla şu fermanla olmuştur” diye tesbit edemiyoruz... Ama bugün bile 15 milyonluk İstanbul’a iki bin tane entelektüel getirin, şehrin kültürel atmosferi değişir. Yani keyfiyet meselesi. Keyfiyet ifade eden bir zümre geliyor İstanbul’a.
O tarihten itibaren dilde, edebiyatta, efendim medrese müfredatında medresedeki kullanılan dilde Arapçanın hâkimiyeti yükseliyor. Arap anlayışının daha da itibar kazandığını tespit mümkün hale geliyor. Hüseyin Atay (Allah selamet versin), Osmanlılarda Yüksek Din Eğitimi adlı doktora tezinde; XVI. asıra kadar medreselerde akaid ilminde, yani ilm-i kelamda imam olarak İmam Maturidi gösterildiği halde, XVI asırdan sonraki dönemde İmam Maturidi’nin fakihler sinsilesine alındığını gösteriyor. müfredatta daha evvel tıp, astronomi, matematik, efendim felsefe… ilimleri okutulduğu halde, giderek medresenin müfredatı da değişiyor. O tarihten sonra yapılan medreselerde, işte İstanbul’dayız hepimiz, o medreseleri şöyle bir tadat edin Darü’l Kurra ve Darü’l Hadisler ağırlıktadır. Darü’ş Şifalar gittikçe zayıflıyor, eski darüşşifalardan devam edenlerden var tabii. Ali Kuşçu ve Takiyuiddin’in kurduğu Rasathane topa tutuluyor 1592 tarihinde. Yani bu değişim tedricen oluyor… Giderek bu değişimlerin eseri olarak sözde Maturidi iken özde toplumun üst tabakası Eş’arî anlayışa kayıp gidiyor.
Bendenizin düşündüğüme göre Şah İsmail’in manevi otoritesini dengelemek ihtiyacından kaynaklanan bir ileri dinî otorite ihtiyacına cevap da teşkil etmiş Hilafet’in getirilmesi... Şâh’ın çok kuvvetli bir manevi otoritesi var. Propagandist “Dâî”leri var. Onları yollamış Anadolu’ya. Etkileri biliniyor. Bırakın Anadolu’yu, Rumeli’den bile Şah İsmail hizmetine girecek Türkmen boyları bulabiliyorlar. Çok ciddi bir katılım var Şah İsmail’e. Daha evvel bu tecrübeyi Osmanlı yaşamış. Timur örneğinde yaşanmış, Uzun Hasan örneğinde yaşanmış. Bu Türkmen boyları gerek Timur’un gerek Uzun Hasan’ın Akkoyunlu saflarına geçmişler! Bu defa da Safeviler’in tarafına geçen örnekler var ve bu da çok tehlikeli bulunuyor. Çünkü Osmanlı’nın bastığı sosyal zemin kayboluyor, emri altından kayıyor. Dolayısıyla Osmanlı, (İran coğrafyası diyelim, o İran değil. Daha İran filan yok, orası da bir Türk devleti esas itibarıyla) oradan gelecek bu tehdidi önleyebilmek için içeride bir değişikliğe ihtiyaç duyuyor.
Önceleri mesela Erdebil Tekkesi cazibe merkezidir. bildiğimiz gibi başlangıçta Halveti bu tekke, Halvetiye’nin de merkezini, Şah İsmail’den sonra, İstanbul’da göstermek adına mesela Sümbül Sinan tekkesini Yavuz Sultan Selim çok tahkim etmiştir, taltif etmiştir . Sümbül Sinan Hz.nin şahsında itibar edilen bir tekkeye dönüştürülmüştür. Görülüyor, o devirde Sümbül Sinan tekkesinin yanı sıra Yahyâ Efendi gibi diğer Halveti büyükleri de bir hayli el üzerinde tutulmuşlar; fakat zamanla o zümreyi, bu defa takibat altına aldıkları, hatta ağır baskılar altına aldıkları, hatta idam ettirdikleri biliniyor… Hamza Bali gibi, İsmail Mâşukî gibi isimler bakıyorsunuz idam ediliyorlar.
Maverada Söyleniş’te, Yahya Kemal’in İsmail Mâşukî’ye atfen söylediklerini hatırlarsınız. Yani o birinci ontolojinin mensupları, Osmanlı’da, Osmanlı’nın kuruluşunu Selçuklu’yu yaratan fikri, Osmanlı XVI-XVII asırlardan itibaren disiplin altına alma ihtiyacı duyuyor. Ama bu ihtiyacı duymasına sebep olan bir zümre var. Böyle bir zümre de teşekkül ediyor. Örnek olarak Ebusuud Efendi’nin karşısına çıkan İmam Mehmet Birgivî’yi görüyoruz. Mehmet Birgivî, İmam Gazali üzerinden ciddi bir neşriyat yapıyor. Gazali’nin Osmanlı’daki ilk önemli parlayışı sayabiliriz İmam Birgivî’yi.
Efendim İmam Birgivî dediğimiz zat, Kadızâdelilerin hocalarıdır. Kadızadeler? Kim bunlar? Aya Sofya’da mekân tutmuş bilhassa XVII. Yüzyılda kadınlar saltanatı döneminde o saraylılarla işbirliği yapmışlar. Kösem Sultan’la filan bir hayli bir iş yapmışlar ve tekkeleri yasaklatmışlar, IV. Mehmet döneminde! İkinci ontolojinin muzaffer olduğu günler bunlar! Akabinde hemen II. Viyana bozgunu...
Yani Vahdet-i Vücut ekolünü teftir etmişler... Tekfir geleneği bizde daha evvel yok. Bu ekol kökünü aldığı güney Arap İslamı örfünü İstanbul’da canlandırmış…
Bir dönem tekkeler kapalı kalmış. Itrî’nin meşhur bestelerini yaptığı devir! Itrî ve temsil ettiği yerli mektep gözden düşmüş!
Yani bu Vahdet-i Vücut ontolojisinin yarattığı yapı hem ilim hem sanat hem ahlak üretmiş.
O zamanlara kadar, medrese ile tekke arasında ciddi manada bir sıkıntı yok. Fakat o tarihten sonra medrese Eş’ari ulemanın hakimiyetine girince, tekke Vahdet-i Vücud’a tabi olmaya devam ettiği için, kavgayı tekke medrese kapışması sanıyoruz.
Halbuki hadise iki ontolojinin kapışmasıdır.
Birisi: Hocam Eşariye ile Maturidiliği özet olarak karşılaştırabilir misiniz? Hangisi Türk-İslâm’ına daha yakın yada uzaktır.
Sait Başer: Estağfirullah efendim.
Başlı başına bir konuşma konusudur ama birkaç cümleyle, çok kabaca arz etmeye çalışayım. Yoksa bugünkü konuya gelme şansı bulamayabilirim. İmam Maturidi bir Türk’tür. Semarkand’lıdır. Semerkand’a bağlı bir köydür Maturid, o dönemde. Doğum yerine nisbetle Maturidî diye anılmış. İmam Muhammed Mansur Maturidî, ölümü 944.
Karahanlılar’ın resmi İslâm’ı kabul ediş tarihi 924’tür. Yani Abdülkerim Satuk Buğra Han İslâmiyet’i kabul kararı verdiğinde, İmam Maturidi sağdır.
Bunun özellikle altını çiziyorum: Sağdır!
Sağ oluşu bize birçok şeyi düşündürüyor. Arkasında başka bir proje mi vardı? Niye böyle yapıldı? çünkü Müslüman olmaya karar veren Karahanlılar, İslâm dünyasında bugün tanıdığımız belli başlı bütün ekoller vücut bulduğu halde, neden onlardan birini tercih etmediler de o dönemde henüz sağ olan Muhammed Mansur Maturidî’nin görüşleri üzerinden bir itikatla Müslüman oldular?!
Birisi: Temas var hocam siyasi…
Sait Başer: Bilmiyoruz.
Ama 20 sene daha yaşadığını biliyoruz. Bu durum, bir yüz-yüze temas olmasa bile, Satuk Buğra Han’la bir birlerinden habersiz olduklarını söylememizi imkânsız hale getiriyor. Bu derece mühim bir karar vereceksiniz ve kararın mesnedi olan zat sağ olduğu halde siz onunla hiç temasta bulunmayacaksınız! Bu bir devlet kararı! Büyük bir tarihi karar veriyorsunuz, çok mühim bir karar. Öyle, rüyalarda filan açıklanacak kolaylıkta bir şey değil bu. Çok büyük bir konudur. Hadi kimseyi incitmeyelim, yani rüyalar da olabilir; ama bir devlet kararının şekillenmesinde, bir ön hazırlık, bir istişare, yoklama olmaz mı?
Bendenize göre muhakkak var ve bunlar bir birlerine çok uzak değiller. Birbirlerini bilemeyecek durumda değiller. Belki de bir ön hazırlıkla İmam Maturidi böyle bir değişime hazırlandı. Yani bugün ben böyle bir belgeyi gösteremiyorum ama, bir gün belki bunun da bir belgesi ortaya çıkabilir. Hangi dikkatle baktığınıza bağlıdır çünkü o belgelerin anlamı… Bazen aradığınız şey gözünüzün önünde durur da siz göremezsiniz. Dikkatiniz uyanmayınca, burnunuzun ucunda duran adamı göremezsiniz.
Çok enteresan bir şeydir. Bir gün Ziya Gökalp: “Üstat bizim tarihimizde çok büyük bir filozof olduğundan eminim. Onu bir gün mutlaka bulacağım!” demiş, Yahya Kemal’e. Yahya Kemal de ona: “Ziya Bey öyle birisi olsaydı sen onu aramazdın. Önünde duruyor olurdu ve sen onu görürdün.” Der.
Ama bir yanda da ne aradığınızın farkında değilseniz göremezsiniz. Ben Ziya Gökalp’ın Maturidi’yi fark etseydi bambaşka bir Ziya Gökalp olacağını düşünürüm. Kesinlikle bu bildiğimiz Ziya Gökalp olmazdı.
Hasan Eşarî de Bağdat’ta yaşamış 935’te ölmüş.
Karşılaştıracağım ontoloji üzerinde, bilhassa ben kendi konuşmamın konusu bakımından söyleyeceğim, bunların ortaya çıkış sebebi Mutezile’dir.
Mutezile de biliyorsunuz, Vasıl bin Ata’nın ortaya koyduğu bir kelamî ekol. “Kelam” denmesinin sebebi de Kuran-ı Kerim üzerinden çıkan bir tartışma dolayısıyladır. İlm-i kelam Mutezile ile başlamıştır. Başlangıçta ilm-i kelam diye bir ilim yok İslam ilimleri arasında. İlm-i kelam aynı zamanda akaittir, diğer adıyla itikattır, bu üçü aynı şeydir.
Mutezile’den ayrılma bir alim Hasan el Eşarî ve Mutezile’nin Kuran-ı Kerim’e dönük bir takım sualleri var.
Abbasiler, kendi dönemlerinde çok ciddi sosyal ve siyasi çalkantıları önlemişlerdi. Abbasiler de, Emeviler zamanında Ehlibeyt hukuku çiğnendiği için, doğan sosyal reaksiyondan korktuklarından Ehlibeyt’in hukukunu müdafaa eder görünüyorlar; fakat haklarını teslim etmeye de asla yanaşmıyorlar. Vasıl bin Ata Emeviler zamanında yaşanmış hatta ölümü de Emeviler zamanındadır. 748’de ölmüş ve biliyorsunuz 750-51 Emeviler’in tarihten silinişi. Horasanlı Ebâ Müslim’in komutasındaki Horasanlı orduyla yapıldı bu iş. Ehl-i Beyt’e haklarını iade vaadiyle toplanmıştı ordu. Abbasiler’in iktidarı Ehl-i Beyt’e kaptırma endişesi, Mutezile’nin önünü açmış görünüyor. Vasıl bin Ata’nın Kur’an-ı Kerim üzerinden açtığı tartışmayı büyüterek, ki o tartışma Cenab-ı Hakk’ın zatı ile sıfatları arasındaki ilişki üzerinedir, Kur’an hükümlerinin ezelden mi sonradan mı oluşuyla ilgili bir mesele büyütülerek oraya giderler. Kur’an-ı Kerim muhdes midir, kadim midir? Soru bu!
Cenab-ı Hakk’ı sıfatlarından biliyorsunuz. “Kelam kadimdir” derseniz, içinde bir takım tarihi olaylar anlatılıyor Kur’an-ı Kerim’de. Yusuf suresi Taha suresi… Tarihle ilişkili Kuranı Kerim. Neredeyse yarıdan fazlası tarih. Kadim derseniz, bu tarihi olaylar ta ezelden beri biliniyor demektir; öyleyse, insanın hangi mesuliyetinden söz edebilirsiniz?..
Kurgulanmış bir program, tık tık vakti gelince ortaya çıkıyor. O zaman insana niye sorumluluk yüklüyorsun? İnsan niye mesul olsun? Niye bir dine girmeye mecbur olsun. Niye şuna mecbur olsun niye buna mecbur olsun… Kadimdir derseniz.
Muhdestir derseniz, o zaman da Cenab-ı Hakk’ın sıfatları sonradan mıdır? Zaatı, bu sıfatlara sahip değil midir?.. Sonradan mı bu sıfatlarla sıfatlanmıştır? Bu sefer Kur’an’ı tartışmaktan daha öteye geçip, Cenab-ı Hakk’ı tartışmaya başlıyorlar ve bu tartışmalar çok hararetle uzun zaman devam etmiş.
Halife Memun ve Mu’tasım dönemleri tam Mutezililik tartışmalarının canlı olduğu devirler.
İşte İlm-i Kelam’ın doğuş sebebi bu tartışmayı durdurabilmektir. Temel soru Zât-ı İlahi’nin sıfatlarıyla olan ilişkisine dairdir. Bu sıfatlar zatla beraber midir ayrı mıdır?
Beraberdir dediğiniz an Vahdet-i Vücut ontolojisi çıkıyor. Ayrıdır dediğiniz zaman Vahdet-i Şuhut ontolojisi çıkıyor.
Arap dünyası, Hasan el Eş’ari’nin mümessilliğinde, ayrı olduğunu düşünmüş.
Neden öyle düşünmüş? Tabiî bu çok konuşmaya muhtaç bir soru. Efendim işte “son nefeste iman câiz midir?” de buna dairdir, “büyük günahların affı” meselesi de… Bir birine bağlı meseleler olarak tartışmışlar. Zat ve sıfat bir birinden ayrıldığı zaman toplumsal sınıf farklılıklarının da kabullenildiği meşrulaştırılması kolaylaşıyor. Arap dünyası sınıflı bir dünya. Köleci bunlar. Çok ciddi bir kölecilik var. Çok ciddi. Yani, Hz. Osman’ın vefatında, bir rivayete göre beş yüz, bir rivayete göre iki bin kölesinin olduğu söyleniyor. Yani mihrabın önünde aynı safta buluşmak insanları hiç te eşit filan yapmıyor. Yani İmam-ı Âzam gibi bir adamı “mevali” diye damgalamışlar. Arap dünyası, Ebu Hanife’yi mevali saydığı için peşine düşmemiştir. Bugün Hanefilik, yani İmam-ı Âzam’ın kurduğu ekolün mensupları Arap dünyası değil… İmam-ı Âzam Bağdat’ta yaşıyor, ama o devrin Arapları peşine takılmıyor. Talebesi Ebu Yusuf kadılar kadısı oldu.
Şimdi Hasan el Eşari’nin zat ve sıfatı bir birinden ayırması o coğrafyadaki “Tevhid terbiyesi”nin henüz kökleşmemiş olmasındandır diye düşünüyorum. Kültür çevresinin belirleyici bir tarafı var. O çevreye ilaveten, bir statü var. O statüyü çok allak bullak edecek bir şey söylemek zor iştir… Tevhid terbiyesi olmayan bir bedeviye, varlığın tamamen bir Hak tecellisi olduğunu, zat ve sıfatların birbirinden ayrı gayrı olmadığını söylediğiniz vakit, onun karar ve tutumlarının istikametini kontrol imkanınız var mı?
Bir de “son nefeste iman” konusu var. O da aynı şekilde ontik algıya bağlı. Son nefeste iman da çok tartışılmış. Hasan el Eşari son nefeste imanı da reddetti. Kabule şayan bulmadı. İmam Maturidi ise makbul bulur. Son nefeste imanı kabul ettiği takdirde Bedevi’yi din içinde tutmak çok zor olacak. Bu da siyasi tarafı.
Konu ne kadar “itikat” gibi tamamen dinî-felsefî bir nitelik taşısa da, cemaati elde tutmanın belli bir disiplin içinde tutmanın siyasetinden hiçbir zaman bağımsız kalamazdı. Eş’arî, zat ve sıfatları ayırdığı gibi, son nefeste imanı da reddetmiştir. Büyük günahların affedilmeyeceğini söylemiştir. Peygamber gelmedikçe insanların mesul olmayacaklarını söylemiştir.
Hasan el Eşari’nin itikadında belli başlıklar böyle.
Geri kalanı da ciddi manada bir ihtilaf yok. İmam Maturidî’deyse son nefeste imanın makbul olup olmadığını dışarıdan bir insanın bilme şansı yoktur. Bu hususta fikir beyan edilemez.
Zat ve sıfat bir birinden ne ayrıdır ve gayrıdır. Hem ayrıdır hem aynıdır. Ne ayrıdır ne gayrıdır formülasyonu bu.
Efendim Kuran-ı Kerim hikmeti itibariyle kadim lafsı itibariyle muhdestir. Ondan sonra büyük günahlar affedilmez diye bir şey yok, o Cenab-ı Hakk’ın affediciliğini aşacak bir günah işlemeyi teorik olarak kabul etmek demektir, ki hiç kimsede, onun kudretini aşacak bir günah işleme kudreti olamaz.
Maturidi’nin bakışı bu.
Tabi burada en önemli husus zat ve sıfat ilişkilerine dair verilen hüküm. Çünkü o hüküm bizim Hoca Ahmed Yesevi Hz., Divan-ı Hikmet’inde kullandığı o Vahdet-i Vücut anlayışını meşrulaştıran itikadi zemini veriyor. İtikadî meşrulaştırma olmasaydı, Türk dünyasında tasavvufun bu kadar yaygın ve köklü biçimde yerleşmesi, müeseselleşmesi mümkün olmazdı. Fakat Arap dünyası için aynı şeyi söyleyemiyorum. Bir tasavvuf aleyhtarlığı var? Hallac-ı Mansur’dan Şehabettin Sühreverdi’ye
Seyit Nesimi’ye, Muhiddin Arabi’ye kadar… bunları her birinetarihe geçmiş zulmü o coğrafya insanlarının yaptıklarını biliyoruz.
Bir tekfir geleneği var o dünyada.
Tekfir İslam’da, özellikle Maturidiyye ekolünün hakim olduğu bölgelerde söz konusu değildir. Tekfir edemezsiniz. Muhatabınız ben Müslümanım dediği müddetçe, sadece Kelime-i Şehadet getirse bile kâfidir ve siz onu tekfir edemezsiniz.
Halbuki bu tarafta fena halde bir tekfir geleneği var. Maturidi ile mesela Farabi çağdaştır. Farabi’nin eserleriyle Maturidi’nin ortaya koyduğu fikirler arasında örtüşmeler var. Cabiri, “Arap Aklının Oluşumu” adlı değerli eserinde Farabi’yi Vahdet-i Vücutçu bulur.
Yine aynı ontolojiyi görüyorsunuz
Zaman zaman Arap asabiyeti ağır bassa da değerli bir çalışmadır bu. Câbirî sevmiyor Farabi’yi. İslâm dünyasındaki geri kalmışlığının temel sebebi Farabi’dir diyor. Tabi ben aksi kanaateyim. Çünkü Farabi gibi, Maturidi gibi, İbn Sina gibi, Yesevi gibi insanların eserlerine baktığınız zaman Vahdet-i Vücut çok apaçıktır. Kutadgu Bilig’de de apaçıktır, ki; Kutadgu Bilig, Töre’yi anlatır. Divan-ı Hikmet’te apaçıktır. İbn Sina’da “Aşk Risalesi”nde var oluşun cevheri Aşk’tır, ontolojisi birlik fikrine dayanmaktadır… Farabi de İbn Sina da öyledir, diğerleri de öyledir ve o bakışın ilim anlayışında zat ve sıfat bir birinden ayrı sayılmadığı için fizik de mukaddestir, kimya da mukaddestir, tıp da mukaddestir, matematik de, astronomi de, efendim felsefe de…
Fatih zamanında, mesela Kazım Sarıkavak diye bir profösörümüz var, şimdi Gazi Ünversitesin’de felsefe profösörü. Onun doktora tezi çalıştığı sıralarda konuşmalarımız oluyordu o tespit etmişti bir belge. Fatih döneminde Divan’da konuşulan bir konu. Bir Rum felsefeciden vergi istemiş vergi memuru, Rum da itiraz etmiş ve Divan-ı Hümâyûn’a başvurmuş. Başvurusundaki gerekçe şu: Fatih Mehmet Sultan Mehmet çıkardığı filan fermanla ilm-i hikmet(felsefe) öğretenleri vergiden muaf tutmuş... (adam Hıristiyandır.) Siz ise o fermanlara muhalif olarak benden vergi istiyorsunuz şikayetçiyim. Divan’da görüşülüyor, adam haklı bulunuyor ve talepten vazgeçiliyor.
Yani Fatih medresesinde ilm-i hikmet okutuluyor yani felsefe okutuluyor ve okutan adamdan da ayrıca da vergi alınmıyor. Şimdi… Neye rağmen okutuluyor? Eş’ariye ekolündeki anlayışla, Gazali’den miras “felsefecilerin tekfir edilmesi”ne rağmen okutuluyor.
Çok mühim.
Gazali bilinmeyen adam değil. Felsefecileri tekfir eden malum İmam Gazali’dir. İbn Sina ve Farabi’dir, İmam Gazali’nin tekfir ettiği insanlar. Gazali’nin zaman zaman yıldızı parlamıştır bizim tarihimizde. Fakat en kuvvetle parlaması demin arz ettiğim gibi Kanuni Sultan Süleyman zamanında yaşamış olan İmam Birgivî marifetiyle oldu ve hâlâ o tesir toplumumuzda gayet canlı olarak yaşıyor
Ondan sonraki dönemde bu ekolün, yani Vahdet-i Vücut ekolünün Fıkıhta İtikatta efendim Tefsirde Tasavvuftaki yansımaları giderek zayıfladı. Bilhassa Eşari ontolojisini Tasavvufi alanda takviye ve tahkim eden çok güçlendiren Müceddidîye anlayışının da Osmanlı’ya nüfuz etmesiyle.
Yani İmam Rabbani üzerinden gelen Tasavvuf, Hindistan kaynaklı biliyorsunuz Ahmet Faruh Serhendî!..
Onun görüşleri Haldi Bağdadi üzerinden 1830’larda İstanbul’da temsil edilmeye başladı ve İmam Rabbani anlayışıyla medreselerdeki Eşari Kelam buluştu.
Eşari Kelamıyla İmam Rabbani Tasavvufu buluştu ve bunların ontolojileri aynıdır. Biri Tasavvufi alanda, diğeri İlm-i Kelamda ve o buluşmanın sonuçlarını bugün çok şiddetle yaşıyoruz; fakat toplum bunun farkında değil. Yani sıkıntıların sebebini bilmiyor. Sıkıntısını bilmeyince ihtiyacının adını koyamıyor. İhtiyacını koyamayınca da göremiyor. Şahadet anlamaya, bilgiye bağlı!. Şimdi “niye ontoloji?” dendiğinde ve Vahdet-i Vücut bize ne yaptı?
Bir kere ilimler bakımından başımıza geleni söylemiş olduğumu sanıyorum. Fakat daha mühim bir şey yaptı. İmam Gazali’den itibaren imanı taklidî ve tahkikî olmak üzere ikiye ayırdı.
*
İman gibi şehadet de tecrübeden başka öğrenme yolu bulunmayan farkındalıklar. İman; emin olmak, hiçbir teredütün kalmaması demek. Kesin olarak emniyetle bilmek demek.
İmanın taklidi olur mu?
Emniyetle bilmenin taklidi olur mu?
İmanın taklidi meşrulaşınca, toplumun üzerinden sorumluluk kalkmıştır. Bendeniz, mesela toplumda devlete olan sadakatin, bağlılığın, bağlılıktaki metanetin son yüzyıllarda gevşemiş olmasını, taklidî imanın sosyal hayattaki bir sonucu olarak görüyorum. Rumeli’nin bir çırpıda boşalıvermesini buna bağlıyorum.
Yani düşünün ki, 1908de hal edilen Sultan Abdülhamit’ten dört sene sonra Balkan Harbi çıktı, 1912’de.
1912-1920 ... 8 yıl!
8 sene önce İtalya'ya sınırdaş olan Osmanlı devleti, 1920’de Ankara sınırındadır.
Toplumdaki dayanışma devletine, müesseselerine sahip çıkma duygusunda müthiş bir çürüme var. Çünkü imanını bile vekaletle götüren bir toplum haline gelmişiz! Çok düşünmeyi, yani tefekkürü en yüksek ibadet addeden Peygamber’in ümmeti, düşünceyi düşünceli olmayı zaaf addeden bir topluma dönüşüyor. Hala öyle değil midir? “Pek düşüncelisin?” deriz morali bozuk bir arkadaş gördük mü!
“Pek düşüncelisin”
Düşünceli olmak kötü bir şeydir. Onun için “efkar dağıtmak” lazımdır, değil mi? Efkar dağıtmak deyince, “efkar” fikrin çoğulu! Fikri biriktirmek tehlikelidir, lüzumsuzdur. Şimdi Vahdett-i Şuhud’un kurumsal yapımıza, ilmî yapımıza ve şahsiyet inşa yöntemimize, geleneğimize getirmiş olduğu en önemli hastalık: Taklit hastalığıdır.
Taklit çok mühim bir çöküş sebebimiz… Allah ömür verse de “Taklit Cehennemi” diye bir kitap yazsak.
Çünkü bizim modernleşmemizde de başka türlü bir taklit çıkıyor karşımıza!
XVI. asırdan itibaren iman taklide bağlanmaya başlayınca… Bakın bir şey daha var, bir şey daha söylenir. Aklıma gelmişken Vahdet-i Vücut’çu Tekke öldü mü? Niye onu mevzu bahis etmiyoruz bu olup bitenler esnasında?
Hayır ölmedi; ama Kadızadeliler’in yarattığı psikolojik baskı, daha sonraki dönemlerde bir daha yerli tekkeyi kendine getirtmedi ve toplum üzerindeki Kadızadeliler baskısı büsbütün ortadan kalkmadı. Kalkmadığı gibi, arkadan İmam Rabbani anlayışının takviyesiyle bu tarafın tekkesi boynunu fena halde büktü, fikrini bayan edemez oldu. Yani Niyazi Mısrî’deki o serazat söyleyiş bir daha zor…
Taklit cehenneminde, düşüncesini söyleyemiyen klasik tekke ne yapıyor biliyor musunuz? Beste yapmaya başlıyor. Daha doğrusu, kendisini sanatlar üzerinden ifade etmenin yollarını arıyor artık.
Tanpınar’ın çözemediği problem buydu. “Ne oldu da” diyor “Osmanlı çökerken bu musiki bu kadar parladı?” Tekke konuşamadı, konuşamayınca da ilahi söylemeye başladı da ondan. Bu böyle oluyor! Bakın Avrupa’da da böyledir. Almanya’da felsefe parlarken, neden Fransa’da roman yükselir?.. Almanya’da Protestanlık kilise baskısını kaldırmıştır. Adam fikrini ayan-beyan ifade etme imkanına kavuşmuştur. Fransa’daki Katolik kilisesine göre konuşmak mümkün değil. Engizisyon işlevine devam ediyor. Ne yapsın adam? “Benim fikrim değil, roman kahramanı öyle söylüyor” diyecek! Kaçacak. Durduk yerde olmuyor. Bu işin bir arka planı var. Bizim dünyamızda da musikideki parlamanın sebebi, klasik tekkenin üzerindeki ağır baskıdır.
Bakıyoruz ülkemizdeki modernizmin hikayesine. Hep söylüyorlar değil mi? Yahya Kemal da diyor: “Batı’da alınan eğitim mekteptir”, halbuki biz onların analiz ve inceleme yöntemleri yerine, sanat ve kültürlerinin taklidine kalkıştık. Erbakan “Batı taklitçileri” diyordu, bizdeki modernlere, laiklere, sekülerlere; yani, yüzünü Batı’ya dönmüş Batı’yı kendisine örnek alanlara. Fakat kimse ona: “Senin dayandığın gelenek de bir başka taklit” demedi. O taklidin yarattığı kültürel alışkanlığın sonucu olarak Batı’yı da taklit ettik.
Anlamanın yaratıcılığı olmadan, kendi kaderiniz hakkında bir karar oluşturamazsınız. Tefekkür geleneğinizi terkettiğiniz takdirde, bu sadece bir fikir muhitinin kaybı olarak kalmaz, o bütün müesseselere, eğitime yargıya siyasete bulaşır.
Fikretmenin karar vermenin bir yaratma olduğunu, insanın kendi yarattığı anlam dünyası içinde yaşadığını kaybettiğiniz an ŞEHÂDET edemez hale de gelirsiniz. Çünkü şahadet bir anlamadır.
Taklitte şahadet filan yoktur. Şahadetin taklidi olAmaz. İmanın da taklidi olmaz, olamaz.
Şahadet derece derece olur.
Şu bilgiyle, olgunlukla bakarsınız bir şey görürsünüz; yeni bir bilgi daha eklenirse mevcuda, başka bir şey görürsünüz… Çünkü görmek de bir tecrübe ve birikime bağlıdır. Görebilmenin arkasında muhakkak ve muhakkak anlama mekanizmasının tetiklenmiş olması icap eder. Bütün mukaddeslerimiz, değerlerimiz anlamlarını bir icat ettiğimiz için kazanırlar.
Vahiy de bizim icat ettiğimiz bir manadır. Kendiliğinden vahiy olmaz. Yani Kur’an-ı Kerim’i şuraya koyayım, bin sene dursun bir şey olmaz! Onu yeniden anlayan bir insanda tekrar bir manaya ve ahlaka bürünmedikçe, dönmedikçe o hiçbir şey değildir…
Dolayısıyla taklit aşamasına geçilmesiyle beraber, ki bu aşama Vahdet-i Şuhut’a geçilmesiyle beraber oldu, biz bir cihan devleti kaybettik. Bir şey daha!
Taklitçi anlayış topluma hâkim hale getirilince kişilikler kayboluyor, cemaat kimliği ortaya çıkıyor, bir toplumsal kimlik hikayesi hükümran hale getiriliyor. Toplumsal kimlik ise o kimliği icat edenlerin veya kullananların toplumu idare etmelerini kolaylaştıran, yerine göre sömürmesini kolaylaştıran, istismarı kolaylaştıran bir şey. Bizim kimlikçi yaklaşımlarımız bu noktada incelenecek olsa, bakın modernleşmenin içinde de aynı kimlikçi vurgu var.
Cemaatleşme dediğimiz olay.
Cemaatleşme olayına bakın Vahdet-i Şuhut ekolünün sonucudur bütün cemaatler Türkiye’de. İhlas grubu da böyledir, Süleymancı grup öyledir Nurcu gruplar öyledir…? Başka var mı? Yok. Bunlar kimlik grupları! Cemaatlerde kişilik ve özgünlük zaafı âşikâr değil mi? Ancak grup kimliği konusundaki hassasiyetleri de aynı keskinlikte bir gerçek… Hepsinin bir taklit mercileri var. Bütün sorumluluk onda.
Bir Nakşi derviş gelmişti yıllar evvel bizim yayınevine. Bayağı önde gelen bir bürökrattı. Bir memleket meselesi konuşuyorduk. Ben de pek kederliydim o gün.
Bana baktı baktı: “Yahu ne kadar kederlisiniz!” dedi. “Nasıl olmayım?”, dedim. “Olmaz ki” dedi, “bu sizin konunuz değil ki! Her asırda Allah bir müçtehid gönderir, o bu meseleleri çözer. Size ne?” dedi…
Yaaa! Böylece fiilen bir ruhban oluşuyor. Efendim İslam’da ruhban yoktur. Bu bir slogan.
Vakıaya bakın, bal gibi ortada. Kişiliklerin ihmal edildiği kimlikler. Bu taklit dünyasında, modernleşme dünyasına dönüp bir bakın orda da aynı şeyi göreceksiniz. Gene kişiliklerin imha edildiği kimlikler, her izm bir kimlik grubudur. Kişiliğe izin verilse izm olamaz.
Tabii, bir ezberden bir ezbere savruluyoruz ve bu savrulma esnasında sağımızda solumuzda olup bitenleri aslında analiz edemiyoruz.
Felsefe bölümünde bir prof. Arkadaş, Nurettin Topçu hakkında bir tebliğ hazırlamaya niyetlendi. Bir Nurettin Topçu oturumu yaptık aramızda. Nurettin Topçu çok kıymetli bir insan, fakat bir türlü sükûnet bulamamış da bir adam… Neden acaba böyledir diye didikleyelim dedik. Çıkan şey şu: Nurettin Topçu Bergson felsefesini çalışmış bir felsefeci. Uzmanlığı ile intisab ettiği tarikatin ontolojileri birbirine zıt!
Şimdi Vahdet-i Vücud’a göre çalışıyor. Teslimiyeti Vahdet-i Şuhud’a!.. İki ontolojinin çarpışma alanı olan adam iflah eder mi?
Size ben başka bir şey da söyliyeyim. Necip Fazıl da aynı trajedinin kurbanıdır. Niye hafakanlar içinde o adam? Bergson felsefesiyle meşgul oldu, A. Arvasi’ye teslim oldu. O ikisi barışmaz kardeşim. Barışmaz. Biri diğerine galip gelinceye kadar huzur yüzü göremezsiniz! Ya taklitte kalmaya razı olacaksın, bu Necip Fazıl’ın karakterine çok uyuyacak bir şey değil, ya da hafakanlar içinde bir hayat! N. Fazıl gibi bir adam, bir de soldan gelmiş bir adam, Nazım Hikmet’le epey bir fındık kırmış bir adam teslim olabilir mi?
Severim Necip Fazıl’ı. Mesela siz şöyle bir şiirini duymuş muydunuz? Bir espri olsun:
Kubbelerden savrulursa periler
Düğümler çözülür sırlar ağlarmış
Can evinde oynarsa serseriler
Hakikat gönülde nasır bağlarmış
Duydunuz mu?
Birisi. Hayır.
Yani Necip Fazıl’ın aleyhtarı birisiyle mi karşı karşıyayız, diye aklınıza gelmesin diye bunu söyledim. Böyle daha epeyce şiirimiz var. Hatta okuyordum arkadaşlara da “Üstat bunu ne zaman yazmış?” dedikleri oluyordu:
Zaman durmuş karar anını bekler
Uyanır mı bilmem, gafil yürekler
Diller susmuş, vicdanlarla cendere
Her kördüğüm hasret bir İskender’e
Birisi: Bu daha çok andırıyor
SaitBaşer:
Hep andırıyor, ama o muhabetten olan bir şey. Allah rahmet eylesin. Rahmetler diliyorum. Kesinlikle aleyhinde filan değil, ama anlama adına baktığım zaman, ben bunların bir trajedinin kurbanları olduğunu görüyorum. Vahdet-i Şuhut ontolojisiyle Bergson ontolojisinin barışma şansı yok. İkisi bir bedende yaşatılmak istenince de sonucunda işte böyle oluyor.
Metin Abi modernleşme konusunu konuşacağız deyince, ben doğrudan doğruya modernizm çalışmış birisi değilim. Gerçekten bu sahada çalışmış uzun emek vermiş arkadaşlarımız var. Ama ben kendi çalışmalarım üzerinden baktığım zaman modernizmin de Türkiye’ye taklit ideolojisi olarak girdiğini ve yerleştiğini düşünüyorum.
Bu arada bizim asıl varlığımızı kazanmamızı, yükselmemizi sağlayan ontolojinin münevverinin olmadığını düşünüyorum.
Gürbüz Azak: Bu alanda bile mi? Bakınız şu Fransız malı, şu Amerikan tipi, şu Alman zevki, şu yukarıdaki ışıklar… bizden değildir. Kompozisyon olarak şu köşedeki bizden değil, şu çuhanın örtme şekli bizden değil, bir çay kaşığını dahi taklit etmek zorunda kalıyoruz. Çay bardağını da, bize yakışan çay kaşığını da üretemez haldeyiz…
Sait Başer: Yeniden anlamaktan başka çaremiz yok. Yani “Kaybolan Gelenek” dediğim odur. Biz Maturidi geleneğinin çocuklarıyız. Töre-Maturidi gelenek!.. İkisi beraber, zira Müslüman olurken biz Töre’yi terk etmedik. Nitekim Töre’yi tespit etmek üzere yazılmış olan Kutadgu Bilig, İslâmiyet’in kabulünden 145 yıl sonra, Töre’yi anlatmak için yazılmıştır. Kudadgu Bilig’i okuyorsunuz değil mi? Tahminimce görmüş olmayanımız yoktur.
Baş kahramanı Töre’dir. Töre’yi anlatır. Töre’nin akılla, Töre’nin irfanla, Töre’nin kut ile ilişkilerinin anlatır. Müşahhaslaştırılmış kahramanlar dahiyane bir üslupla dile getirilirler. Dolayısıyla biz, o müşahhas kahramanların hükümdar mı vezir mi olduğuna takılıp kaldığımızda, o kavram analizlerinin ruhuna bir türlü intikal edemiyoruz. Gene bir taklit okumasıyla okuduk, Kutadgu Biliğ’i bile taklit tutumla okuyoruz. Ben Kutadgu Biliğ’de Kut ve Töre’yi yayınladıktan sonra (Gürbüz Azak’a dönerek: Hatta siz hakkında yazmıştınız), 1984’te yazdım 90’da basıldı. 25 senedir piyasada bulunan bir kitaptır. Defalarca basıldı. Bizim bir tarihçi arkadaşımız Kutadgu Biliğ’le ilgile yeni bir şey yazmış. Kaynaklar Işığında Kutadgu Bilig diye. Kutadgu Bilig kendisi kaynak. Kutadgu Biliğ’e kaynaklar ışığında bakıyor. Kutadgu Biliğ’in kendisine bakmıyor, dönemin diğer kaynaklarından bakıyor o kaynaklar üzerinden! Nakşıbendi yapıyor, Yusuf Has Hacib’i… Böyle bir cereyan var şimdi. Bir zamanlar Mevlana’yı tekfir ediyorlardı, Yunus’u tekfir ediyorlardı. Şimdi baktılar ki yergiler toplumda karşılık bulamadı, şimdi överek öldürüyorlar. Eskiden döverek öldürüyorlardı, şimdi severek öldürüyorlar. Bu noktaya çok dikkat etmemiz lazım. Yunus’u severek öldürüyorlar Metin Abi. Mevlana’yı severek öldürüyorlar. Takdisi o kadar seviyorlar ki, yüceltilen o şey ulaşılmaz hale geliyor ve bizim dünyamızdan çıkıp gidiyor.
Birisi: Taklit ve aynı zamanda şekle bağlı...
Sait Beşer: Taklitle takdis beraber oldu mu, o toplumdan hayır beklemiyeceksiniz. Takdis, kutsamak yüceltmek. Öyle bir yüceltiyor öyle bir yüceltiyoruz ki, ulaşılmaz hale geliyor. Kur’an-ı Kerim bile dokunulmaz hale geliyor. Yusuf Has Hacib’i, Kutadgu Bilig’i kaynaklar ışığında öğreniyormuş… Yahu kendisini anlatsana bana onun. Kendisi konuşuyor o! Kitabı inceledim, gözlerime inanamadım. Kutadgu Bilig yok içinde... Benim söylemek istediğim şey bu.
Necip Fazıl’ın “Hz. Ali” diye bir kitabı var. Görmüşsünüzdür. Seviyorum Necip Fazıl’ı. Bütün kitaplarını okumaya karar verdim. Külliyatını aldım, okuyorum. Necip Fazıl gibi destan söyleyici bir üslûptan Hz. Ali’yle ilgili kanatlandırıcı bir şey bekliyordum.
Yok!
Belki bir az sonra. Kitap bitti Hz. Ali yok. Allah Allah, ne anlatıyor kitap? Muaviye’ye neden “hazret” dememiz gerektiğini anlatmak için yazılmış. Fakat kitabın adı Hz. Ali. Çünkü Hz. Ali denilmese okunmayacak…
Maturidi etiketli Müslümanlığımızla, bizim bu Alevi-Sünni kutuplaşmasını aşmamız işten bile değildir...
Aslında Alevi ve Şii dünyayı demin arz etmeye çalıştığım klasik ontolojimizle aynı zeminde buluşturmak çok büyük bir güçlük yaratmaz. Yani, aklı olan birisi, Humeynî’deki Muhyiddin Arabî hayranlığını kullanmaz mı?
Konya’da bir “Sadreddin Konevî Uluslararası Sempozyumu” yapıldı. Ben de bir tebliğle katıldım. En kalabalık heyet İran’dan geldi. Hiç birisi de Konevî aleyhinde bir şey söylemediler. Konevî dediğimiz adam kim? Ahiliğin ilk “Fütüvvetname”sini yazan, Ahi Evren’in yakın dostu. Mevlana’nın cenaze namazını kıldırtmasını vasiyet edecek kadar yakını. İlk Mevlevî sema ayininin evinde yapıldığı kişidir. Muhittin Arabi’nin halifesi ilk fusus şarihi… Efendim, bütün tekkelerin usul erkan ve adabının kurucusu.
Yani aslında bizim medeniyetimizin XIII. Yüzyıldaki kurucu akıl.
Bugün bile İran’la biz, Konevî üzerinde mutabıkız.
Fakat Eşari anlayışı bize en çok da Kürt ulemadan gelmiştir biliyorsunuz. Aslında biz, Türk Müslümanıyızdır, bunu artık söylemek lazım. Yani İmam Gazali’den, Mehmet Birgivî’den, bilmem Vanî Mehmet efendisine kadar; İdris-i Bitlisî’den Halid-i Bağdadî’ye, Kadızadeliler’e kadar ciddi bir Kürt yönlendirmesi söz konusu… Nakşilik XVI. asırda şeyin İmam Rabbani’nin müdahalesiyle Vahdet-i Şuhud’a dönüştü. Daha evvel böyle bir sıkıntısı yoktu. Nitekim İmam Rabbani silsilesine bağlı olmayan, doğrudan Şâh-ı Nakşibend Hz.’nden gelen bir Nakşilik de vardır. O kanalda böyle bir sıkıntı yaşanmamış.
***
Arzımız bu kadardır efendim.
Sabrınız ve nezaketiniz için çok teşekkür ediyorum.
Bir 2 kişi ve gülümseyen insanlar görseli olabilir
Dr. Sait Başer