Ege’nin Serin Suları

Ege'de uzunca zamandır devam eden malûm bir "Ege adaları sorunu" var.

Ege’nin Serin Suları

Tekin Yeken
Doçent Dr.
 tyeken@yahoo.com

Konuya girmeden önce, bazı ön yargılardan arınmak gerekir. Onlardan birisi şudur; “uluslararası hukuk” diye bir hukuk sistemi yoktur. Varmış gibi görünse de uygulamada hiç olmamıştır. Eğer böyle bir global hukuk olsaydı, dünyanın gözünün içine bakarak milyonlarca insan öz yurdunda helak olur muydu?  Olmayan bir kavram için evrensel hukuk taklidi yapmaya gerek yok. Hukukçular da bilir ki, güçlü ve yayılmacı güçlerin yazdığı, tarihin de onayladığı bir başka hukuk var.

Ege'de uzunca zamandır devam eden malûm bir "Ege adaları sorunu" var. Bugünden yarına halledilecek bir konu olmasa da, çözülmesi yolunda adım atılmalı. Aksi halde gelecek kuşaklar, kucağında pimi çekilmiş bir sorunlar yumağı bulacaklar. Bu günkü durum ise, belirsizliğin dibe vurmuş hali. Öyle ki, rutin bir ihlalden çıkıp, adeta bir işgal niteliğine bürünmüştür. Daha doğrusu Yunanlılar bir nostalji yaşatmak istiyor, o sadist duygularını tatmin etme adına.  Olayın geçmişteki hikâyesine bakmadan bugünü yorumlamak oldukça zordur. Ege adaları üzerine kara talihini ören bu sebeplerin nasıl geliştiği önemlidir. Egenin yakın tarihine bakılacak olursa; ekonomik borçlanmalar, yönetimdeki zaaflar, ihmal, öngörüsüzlük, isyan ve emperyal ittifakların bu adalara musallat olduğu görülecektir. Daha da önemlisi, savunmada donanma stratejisinin olmayışı ya da olan donanmanın Haliç’e kapatılıp pasifize edilmesi söylenebilir.

Kapsamlı analizleri tarihçilerimize havale ederek, adaları bu günkü konumuna getiren hikâyesinden kısaca bahsetmek yerinde olur. Öncelikle Mora isyanı, bu kuşatma olayı için belirleyici ve bir kritik başlangıç görülebilir. İsyanın bastırılması mümkün olamamış ve Mısır’dan gelen donanma emperyal ittifaklarca yakılmıştır. Birkaç yıl sonra da bir anlaşma ile (Edirne Anlş.) Yunan devleti kurulmuştur. Hadiselerin devamıyla birlikte, Trablusgarp cephesiyle Osmanlı savunma gücünün zayıflığından yararlanan İtalya Güneydoğu Ege adalarını işgal eder. I. Balkan savaşında ise ne yazık ki tek bir yunan zırhlısı, kuzey ege adalarını zapt etmiştir (1912). Sonrasında ise işgalci cephe Londra ve Atina anlaşmasıyla adaların kullanma hakkı Yunanlılara verilmiştir. Bu kullanım hakkı silahsız olarak tanımlanmıştır. Böyle bir kullanım hakkının mülkiyet hakkı anlamına gelmesi bir paranoyadan ibarettir ve haksız, illegal bir gasptır.

 

Gelelim Lozan’a. O tarihi anlaşmaya göre, iki kıyı devletin karasuları için 3 millik sınırlamaya uyulmuştur.  Nitekim bu durum, “karasuları içinde yer alan denizler o ülkenin vazgeçilmez bir parçasıdır” ilkesine uygundur.  Bunda sorun yoktu. Daha sonra antik felsefe etkisiyle mi bilinmez hiç bir mutabakata uymadan Yunanistan karasularını 6 mile çıkarmıştır. Amacı boğazlardan gelen deniz trafiğine hâkim olmaktır. Bir sonraki hedefinde ise 12 mile çıkarmak rüyası var (yani 19.2 km). Bu ne anlama gelir? Amaç Türkiye’nin ege kıyılarına barikat kurmaktır. Oldu olacak, Egeliler ayağını artık denize de sokmasın demektir. Öyle mi? Bunda ciddi iseler Egeli efeleri kimse zapt edemez. Asıl sirtaki nasıl oynatılır o zaman belli olur.  Bu emellerini örtülü de olsa dile getiriyorlar zaman zaman. Mızıltılarından belli, anlaşılıyor. Hani Bektaşi’ye sormuşlar, “… nasıl anladın?” diye.  O da der ki; ” Ömer diyeceği ağzını büzmesinden belliydi” diye. 

Uluslararası deniz hukukuna göre böyle bir karar yasal olur mu, diye sorgulamak abes olsa gerek. Çünkü kurumun çok esnek bir bakışı var. Der ki; “Her devlet karasularının genişliğini tespit etmeye yetkilidir. Ancak bu hakkın kullanılmasında, iyi niyet ve hakkın kötüye kullanılmaması ilkeleri uyarınca diğer devletlerin haklarını göz önünde bulundurmak zorunluluğu var (madde.3.)”. Belli değil mi kaç kuşaktır bu müzmin yara bir türlü kapanmıyor. Kımıldasanız, Nato bariyeri set çekiyor. Hani onlar da sözde aynı pakt içindeler. Son perdede Doğu Akdeniz’deki üç trilyon dolarlık rezerv için kurulan kumpas işte bu tarihsel nefretin eseriydi. Yanlarına da kişiliksiz-kimliksiz bir-iki kabile devleti de alarak.

Bazen bu ulusal haklarımız söz konusu olduğunda bunu küçümseyenler görürsünüz. Umursamaz tavırlar, müstehzi bakışlarla " üç beş kayalıklar" diyenlerin vicdanı kurur mu bilinmez. Onlar hangi muhipler cemiyetindendir bilmiyoruz. Ancak biz bu ülkenin bir çakıl taşının bile mübarek olduğunu bilenlerdeniz. Sormak lazım; ne olması gerekirdi a efendiler önemli olması için?  Ulusal haklarımızın korunması adına bunu bir dava edinmek lazım (Ümit Yalım gibi, diğer değerli siyasetçiler gibi ). Halının altına süpürmekle de olmuyor. Artık gerçeği söylemenin vaktidir. "Şımarık Yunan ülküsü’nün bir ütopya olduğunu da söylemeli. "Megalo idea" diye bir rüya yok artık. Fatih o defteri çoktan kapatmıştır.

Ortadoğuda "haşmetli" bir duruş gösteren dış politikamız, nedense egede daha "mütevazi ve müstağni (gönlü tok)" bir ilişkiyi tercih etmiştir. Hani "devlet aklı" deriz ya, acaba bu bir diplomatik taktik midir, ya da sonradan "diplomatik tepelemek" için bir avans vermek mi, Bilmiyoruz.  Diplomasi bir ince sanattır. Ani heyecanların-tepkilerin yerinde ve kararında olmasını en iyi bilenler hariciyecilerdir. Ancak emekli olan bir kısım diplomatlar sanki görevdeymiş gibi davranış içindeler. Kendisini daha o eski havadan kurtaramamış gibiler. Lugatlarinda, "olmaz!" yoktur "yanlış anlamamak lazım" var. "İşgal etmişsiniz, çekilin!" yoktur, "bunu görüşmek lazım" vardır. "Açıkça bu bir yalandan ibarettir!" yoktur, "bunun doğru olması konusunda uluslararası endişeler var" denilir. Yani bir nevi meslek hastalığı ya da "bilinmeyen ilişkiler". Bir sivil yaşantı ve özgür bir ülke insanı için bu kadar kasmaya gerek yok. Egenin suları hâlâ serindir. Batımetrisi de derin. 

http://www.kocaeliaydinlarocagi.org.tr/Yazilar/YaziDetay