54 YIL SONRA AĞABEYİM DURSUN ÖNKUZU
Samiye OKTAY
Aradan elli dört yıl geçti. Bugün ağabeyimin şehit edilişinin 54. Yılı. Yurdumuzun çeşitli yerlerinde bulunan
Ülkücü kuruluşlarda düzenlenen anma törenlerine katılan genç arkadaşlarımız Dursun Önkuzu şehit olduğu zaman henüz dünyaya gelmemişlerdi. Ama bu törenlerde bir araya geliyorlar. Genç arkadaşların gözlerinden okuyoruz ki hepsi de Ağabeyimi tanıyor, tanıtıyor ve yaşatıyorlar. Sağ olsunlar.
Ağabeyim Dursun Önkuzu hemen çoğumuz gibi orta halli bir ailenin 4 çocuğundan en büyük olanı idi. Ağabeyim, Tokat’ın Zile ilçesinde 1948 yılında doğdu. İlkokul, Ortaokul ve Erkek Sanat Okulu’nu da orada okudu. Vatanını, milletini ve dinini çok seviyordu. Onun içindir ki yabancı ideolojilere kul – köle olanların hedefi oldu.
O, hayırsever biriydi. Şimdi minareleri göğe yükselen ve yapımı 30 yıl süren Ankara’daki Kocatepe Camii’nin temelinde O’nun da emeği var. O zamanın parasıyla Zile esnafından tam 30 bin lira toplayıp Kocatepe Camii Yaptırma ve Yaşatma Derneği’ne teslim etmişti.
Ağırbaşlı, olgun ve ciddi görünüşlü idi ama yakınlarıyla, bizlerle şakalaşır, her fırsatta gönlümüzü alırdı. Derslerimizle yakından ilgilenir, Ankara’dan Zile’ye dönüşlerinde bizlere hediyeler getirirdi. Özellikle babaannemizi konuşturarak eskiye ait bilgiler sorar, onları not ederdi. Ne yazık ki bu bilgileri yazdığı defter elimize geçmedi.
Tam bir arkadaş canlısı idi. Arkadaşları için adeta canını verir, hiçbir fedakârlıktan kaçınmazdı. Beş vakit namazını kılardı. Şubat tatili ve yaz aylarında Zile’ye geldiğinde boş durmaz, liseli gençlere ve komşularımızın çocuklarına ücretsiz kurs verirdi. Şimdi biz Zile dışında oturuyoruz ama zaman zaman baba ocağına gittiğimizde, ağabeyimin kurs verdiği, ders çalıştırdığı kişilerden övgü dolu sözler işitmek bizleri mutlu ediyor ve İnşallah sevap defterinin kapanmadığına inanıyoruz.
Kardeşlerim Kadriye ve Zübeyde ile birlikte hemen her yıl Zile’ye gideriz. Bir gidişimizde akraba ziyareti için yoldan geçen bir beyefendiye adres sormuştuk ki, “Yolu üstünde olduğunu” söyleyip “Kendisini takip etmemizi” istedi. Biraz mesafe olduğu için haliyle yolda konuşuyorduk. Zileli olduğumuzu ve soyadımızı öğrenince bir irkilme ile durup, “Yıllar önce şehit edilen bir kardeşimiz vardı, nesi oluyorsunuz” diye sordu. “Kardeşleriyiz” deyince o da sustu, biz de sustuk. O da ağlamaklıydı biz de… Neden sonra, “Rahmetli arkadaşımla biz ortaokulda aynı sınıfta idik” demesin mi? Sonra devam etti: “Çok çalışkan bir arkadaştı. Teneffüslerde bile çıkmaz, kitap okurdu…” Kendi ağabeyimizi görmüş gibi olmuştuk. Bizi, gideceğimiz adrese kadar götürdü.
Ağabeyim ayrıca, memleketimiz olan Zile’de Genç Ülkücüler Derneği’nin kurucularından ve seminercilerinden biri idi. Karıncayı bile incitmeyen hassas bir karakteri vardı. Sokaktaki köpeklere, kedilere bakar, aç – susuz kalmamaları için gayret ederdi.
Rahmetli Ağabeyim, ben Amasya Öğretmen Okulu’nu kazandığım zaman çok sevinmişti. “Kardeşim okuyup öğretmen olarak vatanımıza milletimize hizmet edecek ve yine o şuurla dolu öğrenciler yetiştirecek” diyerek tebrik etmişti. O sıralarda henüz ilkokulda olan kardeşlerimi de okumaları için teşvik ediyordu. Ama ne yazık ki okulumu bitirip öğretmen olduğumu göremeden ve ben daha birinci sınıfta iken gitti, götürdüler O’nu…
Ağabeyim Ankara’da, ben Amasya’da idim ve bir gün Okul İdaresi’nden çağırıp “Dursun Önkuzu neyin oluyor” diye sordular. “Ağabeyim” deyince elime bir mektup tutuşturdular, bana mektup yazmıştı. Nasıl sevindiğimi bilemezsiniz. Çok güzel duygularla yazılmıştı, bana destek oluyor, moral veriyordu. Ancak Ağabeyimin o tek hatırası da yok elimde. Emine Işınsu Abla Sancı Romanı için araştırma yaparken Zile’ye kadar gelmişti ve o mektubu da vermiştim ama bana dönmedi. Herhalde notlarının arasında kaybolup gitmişti, tıpkı Ağabeyim gibi…
Emine Abla’nın Sancı Romanı’ndan sonra Prof. Dr. Hikmet Doğan da bizlerle ve arkadaşları ile görüşüp Zile’de incelemeler yaptıktan sonra Ağabeyimin hayatını anlatan Kuzu romanını yayınladı. Gençlerimiz, Sancı ile birlikte, Türk Edebiyatı Vakfı yayınları arasında çıkan Kuzu Romanı’nı da okumalıdırlar.
Hayat devam ediyordu… Sonra ben okulumu bitirip öğretmen oldum. İnşallah O’nu mahcup etmemişimdir. Şimdi yurdun çeşitli yerlerinde iyi görevlerde olan öğrencilerimle gurur duyuyorum.
Ağabeyim Dursun Önkuzu, Türk Sanat Müziği ve Türk Halk Müziği’ni sever, zaman zaman da söylerdi. Özellikle Kerkük türkülerine hayrandı. Spora da düşkündü. Judo kurslarına katılmıştı ve koşu yapardı. Kısacası O, dürüst, ahlâklı, çalışkan, vatansever, ülkücü ve imanlı bir Türk genciydi. Bu milletin, bu vatanın evladıydı. Öyle ki, bunu bütün hayatına yansıtmıştı. O yıllar Türkiye’de haşhaş ekimi henüz yasaklanmamış ya da sınırlandırılmamıştı. Haşhaş kozalaklarının toplanma zamanında bir gün, o kozalakları öyle sistemli ve nizami olarak koparmıştı ki, ortaya bir Türkiye haritası çıkmıştı. Bunu hiç unutamıyorum. Türk Milleti’ne, Türk Vatanı’na, Türkiye'mize böylesine âşık olan ağabeyim Türk Milleti’ne, Türk Vatanı’na kastedenler tarafından şehit edildi.
Ağabeyimiz bundan 54 yıl önce bir sonbahar günü solan yapraklar gibi toprağa düşmeseydi belki bir Endüstri Meslek Lisesi’nde, belki bir Üniversite’nin teknik bölümlerinde hoca olacak, belki de bir fabrikanın bacasını tüttürecekti. Neyleyelim ki kader böyle imiş.
Babamız, cenaze töreni sırasında vakur bir şekilde şunları söylemişti: “Üç kızım var, gerekirse üçü de bu millete feda olsun!” Bu imanlı, bu yiğit ve dürüst insanı, babamızı da 1994 yılında kaybettik. Annemiz ise ağabeyimizin acısına dayanamayıp amansız bir hastalığa yakalandıktan sonra 1972 yılında vefat etmişti.
Şimdi, Türkiye'mizde olduğu gibi yurdumuzdan çok uzaklarda bile yüzlerce, binlerce Dursun Önkuzu görüyor, duygulanıyor, her şeye rağmen ülkücü gençlerin siyasetin kirli amaçlarına alet olmadan Türk vatanını böldürtmeyeceğine yürekten inanıyor ve kutlu yürüyüşlerinde başarılar diliyorum.